Teallam #003

Lepimitapımı yavaş yavaş formata hazırlarken kenarda-köşede kalmış bi' dosya buldum.
Anında görüntü:







Görsel: Google Images

Gerçek yüzünü göstereyim mi?

Eski ''arkadaş''ıma...



Ateşe uçan kelebekler gibisin, acıyarak izliyorum kaybedişe uçuşunu...
Gel çıkar şu yüzündeki maskeyi, aynaya bak. Al o akılsız başını ellerinin arasına, yak bi' sigara da düşün; ateşe ne kadar kaldı?
Gel vazgeç, bu kadar yakınken ateşe, hâlâ doğruyu seçme şansın var: Hâlâ ''iyi biri'' olabilirsin.

Yüzlerce kişi arasından dört duvar evine, alkolikliğine, yapayalnız - kimsesiz dönmek yerine, seni bu yalnızlıktan çıkarıp alacak dostları, kanatmaktan vazgeçmediğin yaralarını sarıp sarmalayacak ''gerçek'' sevgiliyi bulabilirsin.

Hatta, iyi bi' kız olursan, bi' gün şirinleri bile görebilirsin.

Görsel: Google Images

Long time no see :)


N'abersiniz millet?
Mecbur kaldım yazmaya, zira Türkiye'de sahte gündem yaratmak istemedim.
Tehdit mesajları alıyorum, hem de bizzat kişisel numarama; ''Bloga yazı isteriz! Özledik yeter artık, yazı isteriz! Taksim'de bir grup genç eylem yapacağız bu sebepten!'' şeklinde.
Artık bi' grup genç olarak kimleri toplamayı planlıyorsa, Begüm'ün aklına uyup Taksim'e çıkacak zırdeliler bu karda kışta üşütmesinler istedim :)

Şimdi haberler;

*Yaz-a-mama nedenim yoğunluk idi.
Yarın son iş günüm, toplamda taaaaam 9 gün çalışmayıp yan gelip yatacağım :)
Bol bol uyuyup kitap okuyacağım :)
Sonra canıma okunacak o ayrı ama ben bu 9 günde tembelliğe doyacağım
Alışveriş yapıp,  yemek pişirip, buraya bol bol karalayacağım.

*Totomuz donuyor burada, n'aber? :)
An itibariyle -19'u görüyorum.
İki hafta kadar önce ilk kar düştü, düşmedi, yağmadı, sanki yukardan böyle inşaata beton döker gibi döktüler kafamızdan aşağı onyüzbinmilyon ton karı!
O gün bugündür her yer bembeyaz, tüm burunlar havuç :)
Kara, kar fırtınasına, buza, soğuğa doyduk çok şükür, bir sonraki sezonda buzda dansa katılmayı planlıyorum, kafadan kazanırım.
Darısı başınıza desem mi? :)
Demeyeyim hadi, durup dururken beddua etmeye gerek yok :)

* Millet istatistiklerden bahsedip duruyor.
Dayanamadım girdim benim blog adresimin istatistiklerine baktım.
Durum çok vahim :/
Trafiğe baktım da... özellikle millet ''Google'' amcaya ne sormuş da yolunu kaybedip beni bulmuş diye... buyurun Top 10:

-sittirella
-sittirella:nisan 2009
-jacek yerka the strawberry grove
-esmer hatunlar
-firinda yogurtlu makarna
-itiraf kom
-jacek yerka - applemania
-bira içen kızları soy
-hatunlar
-www,seğs

Hadi hatunu anladık, esmer hatunu da anladık.
Bira içen kızları soy da hani bi' yere kadar diyelim...
Adam ''seğs'' yazmış ya! aynen böyle; seğs! :)
Seğs'sinler kovalasın seni.
Yuh diyorum sana Google, başka da bi' şey demiyorum!
Aşkolsun hakikaten, ne bulursam etiketleyeceğim bundan sonra.

*Kimseye hakettiğinden fazla değer vermeyeceksin arkadaş.
Az ölçüyü kaçırırsan çok kötü-fena totonda patlar, kafana çıkar.
Bunu buraya not düşeyim, nasılsa bir gün patlar, gelir okur salaklığıma doymam bir kez daha, oh ne güzel, krem dö la karamel :)

*Bir blog vardı izlediğim, izlememeye karar verdim.
Genel gözlemim; blog sahiplerinin 100 izleyici barajını aşınca totoları kalkıyor.
Ben burada söz veriyorum, 1000 deyinceye dek totom kalkmayacak :)
1001 dediğim an hiçbirinizi tanımam, demedi demeyin.
Hahaha, şaka nan şaka, yemişim binini onbinini :))))

*Kedi alıcam, sokakta kedi yok!
Çok seviniyorum, çok :)
Bu karda kışta sokakta yaşam savaşı veren tek bi' hayvancığın olmadığını, kazara sokakta kalanların ise benim gibiler tarafından arandığını ve bulunur bulunmaz sahiplenildiğini bilmek şahane!
Buradaki pet shoplarda bi' bölüm var, sokak kedileri vs... sahiplendirilmek için oraya alınıyor.
Hiçbi' ücret ödemeden sahiplenilebiliyor. Üç kez gittim o bölüm bomboş :(
Böylesi daha da iyi. Ben hiç bulamayayım, yeter ki hiçbiri sokakta kalmasın bu karda kışta.

*Şimdiki nesil bi' başka saçma!
Kusura baksınlar-bakmasınlar ama 18-20'sinde hayatı yemiş-yutmuş hatta hazmedip .ıçmış tavırları yok mu...
Bi' de ağızlarını yaya yaya ''yha, choq sheker olmushsun!'' diye konuşmaları yok mu... o ağızlarının ortasına iki tane çakıp... neyse, demeyeceğim bir şey.
Bunların anaları-babaları da mı yok başlarında ya? Hiçbiri de demez mi ''Kızım-oğlum, senin derdin ne? Pantolundan totonun çatalı görününce dünyayı mı kurtarıyorsun? Saçları turuncuya boyayıp suratına 25 tane demir çaktırınca ne yaraya merhem oluyorsun? Hele bi' anlat bana.'' diye?

*Uykum geldi :)

Doğacak gününüz, dününüzden mutlu olsun.
Esen kalın :)

Görsel: Google Images

Aydınlığın şövalyeleri neredesiniz?


Asortik Krep'in gönderisini okurken sonuna eklediği bir mektup içimi cız ettirdi.
''Çaresizlik'' belki tek nefret ettiğim şeydir.
Okuyun.
Sonra ister sayfayı kapatıp gidin, isterseniz  herhangi bir gönderinizin sonuna siz de bu mektubu iliştirin.
Belki gerçekten Berrin'in sesi hedefine ulaşır.

"Aydınlığın şövalyeleri neredesiniz?

Akşamları tepelerde ışıklar görünüyor yer yer: İran sınırı ve karakollar. Yükselti o kadar fazla ki, ağaç yetişmiyor. Yıldızlar o kadar yakın ki, ellerinizle tutabilirsiniz. İlkokulda öğrendiğim tüm yıldız kabileleri burada: küçük ayı, büyük ayı, cezve. İnsanları o kadar sıcak ki, iklime inat. “İnsanlık” burada yaşıyormuş, meğer ölmemiş" diyorum içimden.
Yıllardır batıda değişik ve güzel şehirlerde ...çalıştım hem de iyi koşullarda. İster istemez kıyaslama yapıyorum. Burada 3.haftasındayız okulun. Kılık-kıyafet kontrolü sırasında ayakkabıları farklı renkte birkaç öğrenciyi ayırmıştık. Teneffüste bir kız öğrenci yanıma geldi ayrılan bir arkadaşı için. Sessizce kulağıma “hocam, … arkadaşımız 12 kardeş, ailesinin durumu iyi değil, söyleyemiyor utanıyor” dedi sustum. 9.sınıf öğrencilerinden biri (üstelik ufacık bir şey daha) eski bir eşofman üstüyle gelip gidiyor okula. Fakirliği okunuyor yüzünden, duruşundan.
Bir aya kalmaz kar yağarmış buralara. "Ne yapmalıyım bu çocuk için? Bugün 11.sınıf öğrencilerinden biri üzgündü. Nedenini sordum, "ailemin parası yok hocam beni okuldan alacaklar" dedi. Zehir gibi kafası var. Seneye mezun olacak oysa. Kalacak yer bulmalı ama nasıl? Kız öğrencilerin sayısı az, çünkü okutmuyorlar. Çarşıda kadın-kız pek görülmüyor, ancak memur bayanları görebiliyorsunuz. Öğrenci çok, sıra az. Gelen öğretmenler en fazla 1,5 yıl kalıp gidiyorlar. Sınıfta konuşuyoruz, bir örnek verdim: Van’ a gittiğinizde…"Hocam Van’a gitmeyenler var daha" dediler. Sordum, sınıfın yarısı ilçeden dışarısını görmemiş daha. Gidenler de çalışmak için bir inşaatta veya akraba yanında. Gezmek fiilini çekemez bu çocuklar. Sinema-tiyatro, alışveriş merkezi, kafeterya, çay bahçesi, flört nedir bilmiyorlar.
Ülkemin 40 yıl öncesine ışınlanmışım sanki. Ya da bir köşeden Şener Şen çıkıverecekmiş gibi, bir Türk filminin içine düşmüşüm adeta.Evimi taşırken kitap kolilerinden yakınan taşımacılara kızan ben, okuldaki kütüphaneyi görünce ürperdim. Bomboş! Bu gençlerin bilinç kazanması, kendilerini tanıması, hayallerine kavuşmak için yol-yordam öğrenmeleri gerekiyor oysa. Yokluk ve yoksulluktan kurtulmaları, cahil kalmamaları gerekiyor. YGS-LYS kitapları olsa kütüphanede soru çözümü yaparlar, üniversiteye bir adım daha yaklaşırlar.
Okuduğu bir roman karakteri belki onun hayatında dönüm noktası olacak, belki çözdüğü bir üniversite hazırlık kitabı onun bir bilim insanı olmasını sağlayacak ya da okuduğu kitaplar hayatının tek zenginliği olarak kalacak ama kendi çocuklarını özellikle de kızlarını okula göndermesini sağlayacak.
Üzerime umutsuzluk çökmeye başladı, yakında yağacak olan kar gibi…"

Berrin Damgacı
Başkale İ.M.K.B Çok Programlı Lisesi
BAŞKALE / VAN
Tel: 0537 8611682

Görsel: Google Images

Te allam yareppim!


Bir iş arkadaşım bana şu soruyu sordu:
''Sittirella, Türkiye'de çay bedavaymış doğru mu? Herkes istediği an, istediği yerde çay içebiliyormuş.
İnsanlar yorulduklarında falan böyle herhangi bir yere oturup sağda solda sürekli bulunan çeşme gibi bir yerlerden!!! çay doldurup içiyorlarmış.''
Nerden çıktı bu? dedim.
Bir arkadaşı Türkiye'den yeni dönmüş, ona da ''süper ülke, çay bile bedava, sokaklarda dağıtıyorlar'' demiş :)

Bir an durdum, aklıma Lou'nun söylediği Rizeliler bilmemnesinden dolayı İstiklal caddesi dolaylarında bedava dağıtılan çaylar geldi :) Sanırım o olaya denk gelip bol bol içmiş.

''Heryerde inanılmaz ucuza en kaliteli çayı bulabilirsin. Dilediğince içebilirsin. Bir çok yerde ''ikram'' edildiği için bedava olduğunu düşünmüştür arkadaşın ama genelde gerçekten ucuzdur'' dedim.
Teşekkür etti, muhakkak Türkiye'ye gideceğini söyledi, ''ne güzel adetleriniz var sizin,  hayranım bu sıcaklığınıza'' dedi, gitti.

Başladım düşünmeye. Gerçekten de böyle mi?
Beyin otomatikman kıyaslama yapmaya başlıyor bu gibi durumlarda.
Alışverişlerimizi düşündüm ilk ''ikram'' deyince.
Bizde girersin bi' tükkana :) ''Ablacım ne içersin?'' dir ilk soru.
(Ablacım derken... abla olmuşsuz nan.. na. nannnnn.. yoksa????)
Burada elbette böyle birşey yok.

Mesela pazarlık vardır bizde.
İlla 3 aşağı 335 yukarı farklı fiyata almamız gerekir yoksa millet olarak kazıklandığımızı hissetme hastalığına yakalanırız. Fiyatı 3 kuruş aşağıya çektiğimizde de dünyayı kurtarmış kahraman edasıyla kasılırız... e-be salak, neden kasılıyorsun? Adam zaten 5 Liralık malın fiyatını 10 Lira deyip 8'e sana kakalamış işte, sen hala 10 dedi de, ben 8'e aldım, çok karlı bir alışveriş oldu de.
Te allam yareppim.
Ama pazarlık bile etmesi güzeldir memleketimde.
Burada ne pazarlığı, fiyat 9.56 mı? Cebinde 9.55 olsun, alamazsın.
1 kuruş için, evet tam 1 kuruş için satmaz sana.
Ticari zeka sıfır adamlarda (şahsi görüşüm).

Suratlarından düşen de binparçadır ayrıca. 
Satış elemanlarını özellikle en suratsızlarından seçtiklerini düşünüyorum ben.
İş ilanında belki de temel şarttır : ''Suratından düşen binbir parça olacak derecede meymenetsiz olmak'' da ben hala sökemediğim için Lehçe'nin inceliklerini, gözümden kaçmıştır.
Bizde otuziki dişi göstermeyen satış işine alınmaz, bunlarda sırıtana ceza vericekler, o derece.
Bir de bizde ne vardır? Cumartesi-Pazar ailecek ne yaparız?
Alışveriş elbette! Saatlerce dolaşılır-edilir. Evin eksik-gedik nesi varsa alınır.
Burada Cumartesi günü heryer 14:00 bilemedin 15:00'e dek açık.
Çalışıyorsan çalışıyorsun, tek boş günün haftasonuymuş, kime ne?
Sabahın köründe kalktın-gittin alışverişini yaptın yaptın, yapmadın taaaa, Pazartesi'yi beklemek zorundasın.
Pazar günü açık ''tükkan'' bulmak lotoyu tutturmakla eş değer şansa sahip olmanı gerektirir.
Kazara ekmek falan almadıysan en geç Cumartesi sabahtan, taaa bilmemnerdeki açık alışveriş merkezine gideceksin veya tüm yemekleri restoranda yiyeceksin :)
Sonra yok efendim ekonomi kötü, para kazanamıyoruz, bilmem ne.
Hem en çok kara geçilecek günlerde dükkanı açma, hem satıcıları en suratsızından seç, hem pazarlık yaptırma sonra da iç kuruşluk naylon poşetlerden kara geçmeye çalış!
Oturup ağlarsın işte böyle!
Oh olsun size, pis herifler, tü-kaka herifler!
Bak kızdım şimdi.
Poşet dedim. Bildiğimiz naylon poşetler var ya, hani annelerimizin market alışverişine gittiğinde muhakka 5-10 tane sağa sola sıkıştırdığı, çöp torbası yapmak amacı ilen kasada ödeme yaparken ''kalk gidelim'' dediği, bildiğin naylon incecik poşet..... burada parayla.
Gitmişsin alışveriş merkezine doldurmuşsun 1 araba eşya.
En az 3-4 büyük boy poşet gerekli taşımana.
Yanında alışveriş torbası getirmediysen kazara, unuttuysan yandın.
Ciddi ciddi tane hesabı para ödeyip bir de torba satın almak zorundasın.
(Bizim bez torbalarımız var, kullanmıyoruz naylon-plastik poşet, o ayrı mesele)

Allah baba akıl-mantık dağıtırken bu Polonya milleti yine kesin içiyormuş bi'yerlerde, kaçırmışlar, sona kalmışlar.
Öyle mantıksız ki bir çok şey, şaka gibi geliyor.
Başka bir örnek vereyim:
Balkon.
Bildiğimiz balkon.
Oturup çay-kahve-yaz geceleri tadını çıkardığımız, çamaşırımızı kuruttuğumuz caaanım balkonlar.
Balkonu yıkayamazsın çünkü ''gider'' yok.
Şöyle iki kova su döküp, tozunu temizleyeceğin, minderini atıp yayılacağın balkonlarda  suyun gidebileceği hiç bir yer yok.
Sileceksin :)

Hadi bunu da geçtim... mesela.. ummm:
Mutfak.
Adam ev yapmış, ama ev ki ev.
Sanırsın saray yavrusu.
Dört dörtlük donatmış evi.
Bakıyorsun için gidiyor... o derece.
Alacaksın veya kiralayacaksın diyelim.
Mutfağa giriyorsun... birşeylerin ters olduğunu hissediyorsun ama ilk anda göremiyorsun.
Sonra aklın başına bir geliyor, aneaaaam, aspiratör yok nan ocağın üstünde!
Davlumbaz neyin yani.
Parası neyse öde-al durumu da söz konusu değil çünkü satın almayı bırak takılabilecek, yemek buharının çıkacağı gideceği hiç bir yer planlanmamış mutfakta.
Pişireceksin yemeğini o caaaanım mutfakta ama kokusu-buharı-yağı tüm eve yayılacak.
Böyle kafasızlık olur mu allasen?

Bir bunlarla kalsa yine iyi-güzel hoş.
Mesela internet veya ne bileyim telefon aboneliği.
Gidiyorsun telefon numarası veya internet bağlantısı satın alacaksın.
Buyurun şu-şu-şu tarifelerimiz var.
Buraya kadar normal ama hemen anormallik başlıyor :
Bu tarifeyi seçersen 24 ay, bunu seçersen 30 ay... bunu seçersen bilmem kaç yüz ay aynı ücreti ödeyeceksin.
Eeee, değiştirmek istersem?
O zaman ceza ödüyorsun 12 aylık peşin tarife parası kadar ve değiştirebiliyorsun.
Eee, ben yurt dışına çıktım mesela veya ne bileyim, adresimi değiştiriyorum, taşınıyorum vs... tarifemi muhakkak değiştirmem gerekiyor.
Ya da hattı kapatmam gerekiyor.
Yok, seçtin mi son güne dek o parayı ödemek zorundasın.
Hadi buna razı olduk diyelim, internetinle sorun yaşıyorsun arıyorsun adamları, hafta içi saat 08:00-17:00 çalışıyor adamlar.
Senle aynı zamanlarda :D
Eee, sen evdeylen bir arızan oldu, haftasonu bir yardım-destek ihtiyaç duydun. Yok kardeşim, söyle bilgisayarına-telefonuna arıza çıkaracaksa hafta içi 8-17 arası çıkarsın yoksa yok bakım-makım-yardım.

İçim daraldı :/
Ben memleketimi özledim.
Şu Tayyeap bi' çektirsin gitsin, döneceğim memleketime.
Varsın ttnet'e küfre devam edeyim.
Varsın balkonumu yıkarken alt komşunun çamaşırlarına -kazara- kirli su sıçratayım, azarı yiyeyim.
Varsın pazarlık yapacağım derken kazığı yiyip üj-bej gün salaklığıma yanayım.
Ama insanımla olayım, dilimi konuşayım.
Buruk bitmesin bu yazı.
Hemen size ofisimde hergün yüzümü güldüren bi' komikatür ile sonlandırayım.
Hepinize şapşahane bir haftasonu dilerim, en gülümseteninden, en iç açıcısından.




Dedim ''bu böyle olmaz, ya sen, ya ben''... demedi mi ''ben'', vurdum kapıyı çıktım gittim!


Doğal olacaksın, kendin olacaksın.: Ya olduğun gibi görüneceksin ya göründüğün gibi olacaksın.
Mevlana'cım, hakikaten senden randevu talep ediyorum. Öteki tarafta aynı tarafa düşersek -ki kesin düşeriz- bi' ara görüşelim.
Bu cümleyi sarfetmeden saniyeler önce aklından geçenleri bilmek ve ne içti idi isen aynısından içmek istiyorum.

Nasıl ''olduğumuz gibi'' görüneceğiz ya da göründüğümüz gibi olacağız? Ömrümüz rol kesmekle geçiyor ayol!
Düşünsene bi'; daha sabah ayağında pofuduk terlikler, mutfakta totonu kaşıya kaşıya reçelli ekmek yiyen, saç baş dağınık ama konforlu ve mutlu, çayını höpürdeterek içen sen, işyerine adım attığın anda özgüven tavanda, işine-alanına hakim, ne yaptığını bilen, giyim-duruş-bakış ''o biçim'' bi' izlenim bırakmak,  bissürü insan önünde ''küçük dağları ben yarattım, ovaları, vadileri zevk olsun diye aralara attım, bulutları da serbest bıraktım'' şeklinde atıp tutabilme kapasitesine sahip birine dönüşüyorsun.
Nerde kaldı o evdeki ''sen''? Çünkü; mecbursun. Bu yüzden hastayız aslında hepimiz.
Elbise değiştirir gibi, bukalemun gibi, her duruma-her ortama anında uyum sağlamak, senaryoyu bile görmeden rolü giyinmek ve şahane ''oynamak'' zorundayız. Yoksa oyun dışı kalırız.
Bu yüzden hepimiz sahteyiz, ikiyüzlüyüz, yalancıyız.
Yazık nan bize :/ Durumumuz içler acısı.
UFO neyin varsa ne oralarda bi' yerlerde, ne çok gülüyorlardır halimize.

İşyeri dedim de... aklıma  işsiz kaldığım zamanda, günde 5 vakit namaz kılar gibi okuduğum iş ilanları geldi :)
İnsan ilişkileri iyi, ekip çalışmasına yatkın, analitik düşünebilen, aktif(neye göre?), üniversite mezunu, -mümkünse master dereceli- en az 2 (tercihen 3-4-5) yabancı dili ana dil seviyesinde bilen(iyi seviyede bilmek kafi bile değildi ne yazık ki) , üzerinde tuş barındıran her türlü alet edevatın kullanım kılavuzunu yazacak derecede olaya hakim, en az beş yıl deneyimli - mümkünse on yıl - ve de elbette 30 yaşını aşmamış, bekar, fiziği düzgün :)  bi' "profesyonel olmak" gerekiyordu.
Fazlası vardır eksiği yoktur hala herhalde.

Başka kuzum? Suyundan da ister misin?
Soralım bakalım bu şartların hepsi mucize eseri oluşmuş olsa -bile- sana teklif ettiği maaş ne?
Pelerin de takalım mı sırtımıza... pantolonun üzerine don giyip? Göğsümüzde kocaman ''S'' böyle.
Etrafta kıyafet değiştirilecek telefon kulübesi de kalmadı ya, neyse.

Olduğun gibi olmak... kendin olmak, değişmemek, kendin kalmak...
Rol yapmamak, yalan söylememek, kişiliğinden, prensiplerinden ve düşüncelerinden -her ne olursa olsun- asla ödün vermemek...
Yaşayabilmek için üç kuruş paraya takla atmak zorunda kaldığın sürece, hele hele bu devirde- bu düzende...

                                                                        ZOR!


Hanimiş: başlıkla konunun alakası yok anladığınız üzere, bunu da bi' blog yazarından öğrendim :)
Alakasız bi' başlık veya fotoğraf dikkat çekiyor, sonuna dek okuyorlar, hala alaka kuramayınca dönüp bi' daha okuyorlar dedi. Siz okumayın be, kıyamam :)
Böyle de hastalar var aramızda, bilin istedim :) iyi fikirmiş aslında nan, arasıra yapmak lazım, eğlencesine.
Sevgilerimle.

Görsel: Google Images

Agresifim, kompleksliyim, ekşi sözlük yazarıyım!


Yazmayacağım, yazmayacağım diyorum, şeytan -gör bunu da gör, bi' de bak şunu da gör - diye diye gözüme sokuyor bazı şeyleri.
Sonra uyuveriyorum o şeytana -ne de olsa kanka- başlıyorum yazmaya.
Ben arızalı üretimim.
Ciddi ciddi :)
Arıza yaratmaya bayılırım. Ortada bir sorun yok mu? Çağır beni bebeyim :)
Sana olmayan sorun nasıl yaratılır? Hiç yoktan arıza nasıl çıkarılır? derslerini ücretsiz vereyim.
Gözümün görüp aklımın erdiği bir konuda ortada kabak gibi duran bir hata varsa, susamam.
Susarsam... çatlarım!
İçimdekini, içimden geçeni söyleyeceğim, görüşümü bildireceğim, rahatlayacağım.
Söyleyemezsem... sanki o sözcükler ağzımdan çıkmadığı, dilimden dökülmediği sürece zehir gibi içime akar, mideme sancı girer, elim ayağıma bağ olur, acı verir bana, dert olur içime.
Kendime işkence etmenin alemi yok :)
Severim çünkü ben kendimi.
Çiçek gibi hatunum, ne diye acı çektireyim kendime? :)
Ukalalık ise bunun adı, evet, ukalayım ben.
Kimse kusura bakmasın. Benim kusurum ukalalık sanırım.
Kolay kolay sevmem, kolay kolay beğenmem, kolay kolay...düşündüm de, ben kolay olan hiçbi' şeyi sevmem ki.

Kafatasının içinde beyin yerine fındık(veya ona benzer büyüklükte bi' şeyler) taşıyan insanlardan nefret ederim.
Hiç ''ben hümanistim, çiçekler-böcekler-kelebekler dünya ne güzel-herkesi seviyorum'' ayakları yapmama gerek yok.
Bildiğin faşistim işte.
Aptal olan kimseye tahammülüm yok.
Salaklığa, gerzekliğe, zevzekliğe, boş beyinlere, gerizekalılığa -sıfır tolerans-lıyım.
Bu tip yaşam formlarının solunum yoluyla küresel ısınmaya katkıda bulunmak dışında hiç bir boka yaramadan ot gelip ot gittiklerine inanıyorum.
Evet, bu sınırlarda dolanıyorum. Düşüncelerim kötü müdür? tartışılır.
Kime göre? Neye göre?
Benim blog sayfam, benim görüşüm, bana göre hiç de kötü değil, hatta lokum gibi, mis.
Ekranda ağzını yaya yaya, zevzek zevzek konuşan birini gördüğümde böyle gırtlağını sıkıp ağzının ortasına ortasına çakma ihtiyacı hissettiğim çok olmuştur mesela.
Bu derece takıntılıyım.
Vahşiyim, değil mi? Evet.
Elimin tersine olan güvenim tamdır, korkak alıştırmam.
Şiddete hayır! diye pankart açanları destekler gibi görünsem de, içimden bi' yerlerden bu vahşi ses hep ''bazı istisnalar kalmalı!'' diye haykırır.
Mesela, kendini savunmaktan aciz bebeklere, çocuklara, hayvanlara işkence yapanları, çok yaşlı insanların güçsüzlüklerinden yararlananları -gerekirse- dövmek serbest olmalı kanımca.
''Ne farkımız kalır o zaman ondan?'' mı diyeceksin.
Sen farklı kal, peki-kabul... bana ver onları.
Ben eşeği suya göndereyim... başlayayım...
gelmez o eşek bi' daha geri, benden söylemesi.

Ben çok mu matah bi' şeyim?
Evet, öyleyim, mütevaziliğin lüzumu yok.
Düşünmeden, bakmadan, görmeden, incelemeden, ''bu doğru mudur? yanlış mıdır?'' demeden önüme koyulan her fikre, bana kabul etmem için dayatılan şeylere gözü kapalı '' tamamdır' demem.
Fazla ''farkında'' yaşamak can sıkıcı.
Bazen ''Bush dallamasından hallice'' bir beyne sahip olsaydım da, dünya pipime-ahiret topuma yaşayıp gitseydim dediğim oluyor elbette.
Ne kadar ''farkında''sın, o kadar beynin yoruluyor, ruhun daralıyor.
Konuyu getireceğim bir yer yok.
Daral geldi, söyledim.
İlle de bir yere bağlamam gerekecek ise elbette getirebilirim.
Muhakkak bulurum bir nokta nasılsa :)

Şimdi...
insanları tanıyıp-etmediğim için, takip te etmediğim için kişilikleri hakkında ahkam kesmem mümkün değil ama genel gördüklerimi anlatacağım.
Kendi farklılığının, yeteneğinin, yapabileceklerinin farkında olan insanlar zaten alınmıyorlar yazdıklarıma, en süper olay bu.
Bu yazıdan sonra yine kimse bana bikbikbik demesin.
Bak üzerine basa basa diyorum; tanımıyorum, buradan bakıldığında görüneni söyleyeceğim.

*Lou ile Skype üzerinden hem sohbet edip hem birbirimize yeni blog adresleri, web siteleri tavsiye ederken yolumuz bir kaç güzel sayfaya düştü.

*YavruSu'yu ziyaret ettik, pazar torbalarımızın bez olmasının gerekliliğinden, naylon poşeti hayatımızdan çıkarmamızın ne gibi getirileri olabileceğinden bahsettik.

*OİP'in kutukafasının şirinliğine, hatunun yeteneğine inancımızı pekiştirdik.

*Aylar önce hakkında iddiaya girdiğimiz ve haklı çıktığımız bi' hanım kızceğizimizin dedikodusunu yaptık.

*Yaşadığımız ortamda, günlük hayatta vücudumuzdan geçen binlerce-onbinlerce, hele hele İstanbul gibi büyük şehirlerde milyonlarca ''sinyal''in ilerde bize ne gibi zararları olabileceğinden bahsettik.
Düşünsenize, günlük hayatta sürekli bir dalga yayılımına, radyasyona, A dan tut, X-Y-Z ye dek tüm çeşitli ışınlar sürekli vücudumuzdan geçiyorlar.
Yakında ya kanatlarımız çıkacak... ya da görünmez adamlar normal olacak.
Telefon sinyal güçlendiricileri, wireless bağlantılar, peeeeeeeeeh, anten taksak totomuza ayna gibi diskavıri çenıl çekeriz, farkında değiliz bence.

*Blogmania'yı gördük, ''burası tekin değil'' dedik. Damat Ferit diye bir arkadaşın yazısını okuduk.
Hemen takibe aldım şahsen, bu devirde  doğruyu söyleyeni bulduğunda kaçırmayacaksın.
Arkadaş süper konu işlemiş, ders gibi, kitap gibi.
Ortadoğu ve Balkan'ların deşifre olduğu halde paravan arkasından karizma ve gizem yapan tek blog yazarı.

Sorarım size; Karagöz-Hacivat oynatılan perdenin arkasına bir kadın oturtup perdenin/paravanın önüne '' Havalı Deniz içerde/paravanın arkasında'' diye bir tabela koysan, bunun YAZAR (pabucumun yazarı!) olduğunu ve imza dağıtacağını söylesen ne kadar inandırıcı gelir sana?

Yazarların kemikleri sızım sızım sızlıyordur valla, mezarları dar geliyordur, dönüp duruyorlardır.
Hayatını yazmaya, edebiyata adayan ve bu yolda ömür harcayanların hiç de huzurlu uyuduğunu sanmıyorum.

Hadi eline her mikrofon alıp karga sesiyle kulağımıza tecavüze yeltenenler şarkıcılığı geç, ''sanatçı'' oldu... alıştık.
Podyumda her iki defileden birinde ''iş kazası'' yaşayan manken-model kızceğizlerimiz/oğlanceğizlerimiz artist oldular, ''sanatçı'' oldular, filmlerde, dizilerde boy gösterdiler... alıştık.
Ajdar denen bir  makine mühendisi çıkıp ''çikita muz'' dedi, bu bir şarkıdır dedi, ona bile alıştık.
''Ananı da al-git'' diyen başbakana bile alışan milletiz biz.
Bize sunulan, önümüze konulan her isme, her şeye alıştık.

Ama ''yazar'' ya.. yazar.
Elif Şafak'ta ''yazar'',  Balzac'ta ''yazar'', Coelho'da ''yazar'' Havalı Deniz muamelesine uğrayan kızceğizimiz de ''yazar''.
Fark ne?
Elbette gül ile bok böceği kadar farklılar birbirlerinden ama bu farkı bile hissetmeyen-bilmeyen fındık beyinliler nefes alıp verirken ve küresel ısınmayı desteklerken ( Hahaha, negzel bağladım gördün mü? Çok iyi de oldu çok güzel iyi oldu tamam mı?) hepimizi aynı enayilik oranını reva görüp gözümüze gözümüze sokmuyorlar mı...
deli oluyorum!

İlk başlarda sırf desteklemek adına bu kitapları almaya yeltenen, siparişini veren BEN...  kendime '' az kalsın sen de küresel ısınmaya destek grubuna girecekmişmişsin bak, salak'' deyip kızıyorum.

Neyse, konuyu dağıttım. Ne yapalım, yazar değiliz, acemiliğimize verin :)
Damat Ferit'e gülümsedim. O bana gülümsedi mi bilmiyorum.
Yorumları okurken birilerinin - hem de tanındık-bilindik bir kaç ismin - bu Havalı Deniz'i çatır çatır savunduklarını, onu edebiyat dünyamıza!!!! kazandıran ama bu işe kesinlikle ve kesinlikle para amacıyla soyunmamış olan Cem Mumcu'nun ( bu noktada hakikaten gülüyorum, okuyorsan Cem kusura bakma, sen de ben de biliyoruz sonuçta amaç-araç-sonuç üçlemesini) avukatlıklarını yapanları gördüğümüzde garibimize gitti.

Lou'ya  ''Neden böyle Kara Murat benim! tarzında yazmış ki bu isimler?''dedim.
Demediysem de kesin yine içimden konuşup dedim saymışımdır. Son günlerimin hastalığı oldu bu.Ya söylemek istediklerimi söyledim sanıp içimden söylüyorum. Ya da apaçık konuşup söylemedim sayıyorum. Bunama böyle mi başlıyor acaba? Araştırmak gerek :)
Neyse biz okuduk, güldük geçtik.

Dün gece yine Lou ile geleneksel Skype dedikodu gecelerimizden birini gerçekleştirdik. (şu an yapmakta olduğumuz gibi, gördüğünüz üzere böyle de marifetliyizdir. Aynı anda 2-3 işi başarı ile sonuçlandırabiliriz, peh peh peh)
Bi' yerde bu havalı deniz kod adlı kızceğizimizin avukatlığını yapan, Cem Mumcu'nun,  havalı deniz kızceğizimiz üzerinden para kazandığını neredeyse kuran'a-kitaba el basarak inkar edecek olan kişilerin yakında kitaplarının çıkacağını! ( ayayay burada bayılacağım) okuduk ve kahkahayı bastık.
Anlaşılmıştı.
Olay çözülmüştü.
Mişın kompleytid bebeyim.
Birilerinin ortaya dökülüp neden böyle avukatlığa soyunduğunu anladık.
Bugün sana- yarın ona olabiler, garantiye almak lazım tabe totoyu, onlar da haklı.
O sırada o blogdan bu bloga zaplarkene :) geçgeç yaparkene, (hahaaayt! negzel nan bu TDK :)) yolumuz bi' bloga düştü.
baktık... baktık... başladık gülmeye.

Şimdi.... olay şu:
Bi' hanım kızceğizimiz...

''...bu blog olayı öyle bir hal aldı ki,kitap çıkaran çıkarana... Şimdiye kadar hiç bir blogcunun kitabını okumadım. Oyüzden bir fikrim yok nasıllar güzeller mi diye. Blogun kitaba donusmus hallerı mi onu bile bilmiyorum. Fakat benim takıldığım nokta,blogların blogluktan çıkmış olması,herkesin bir blogunun olması,herkesin birbirinin çakması olması.. Nerde çokluk orda bokluk misali.. 1 senedir blogcu olan ben,bu farkı çok net hissedebiliyorum. Kitapı duyan "lan blog da neymişkina?" oldular görüp beğenen "bende yapayım da ünlü olim yea,çok kolay" gibi bir tavra bürünüp blog açıyo. Benim bu takıntımdır.Hani bir şarkıyı siz bilirsiniz bir kaç arkadaşınız size özeldir,sonra o bi duyulur patlar,tiksinirsiniz bög gelir.Yada bir marka için öyledir.. Bunun gibi.Bloglarında cılkı çıkmaya başladı ve yelpaze çok genişledi. Ha bu yüzden blogu kapatıp gidecek değilim. Tea blogu acarken kapatıcam tarihi belirlemiştim.O tarih geldiğinde zaten kapatıcam...''

demiş.
Şimdi...  ilk olarak, adı üstünde nan, blog.
Utanmasa bir ben yazayım, başkası yazmasın diyecek.
Babasının malı mübarek, herkes birbirinin çakması !!! olmuşmuşmuş ve de muş.
Burada beş yıllık blog yazarları var.
Bir yılda ''bög'' gelmiş kızceğizimize, üzüldüm :) yazık.
Bi'de şu var, bırakıp gitsen ne yazar?
Ne dünya durur, ne millet arkandan ağlar.
Bu kızceğizimizi de görsünler ya da.
Elinden tutsunlar, yol-yordam göstersinler.
Kıskanmasın, üzülmesin, isyan etmesin.
Blog alemlerini kendinden mahrum etmesin :)

''İnsanların kendini bu kadar önemsemesini, önemli görmesine sinir oluyorum. Manyak mı bunlar? Sanki dünyanın sonu gelecek, zaman duracak sanıyorlar, nasıl bir egodur bu? 300-500 izleyici edinen kendini kral sayıyor, dünyaya kafa tutuyor hahahaha, hasta nan bunlar!'' dedi Lou.
Veya ben dediklerine tamamen kendi demek istediklerimi de ekledim, pireyi deve yaptım yani.
Hak verdim kuzuma :)

Bunu diyen, bu sözleri sarfeden hanım kızceğimizinin blog sayfasını açtığınızda sizi Yann Tiersen'in Le Fabuleux Destin d'Amélie Poulain albümü şarkıları karşılıyor :)
Hatırladınız mı?
Edi? :)
Bana 1 yıldan uzun zaman önce ''S.Ella, işyerinden giriyoruz bi' anda müzik başlıyor, çok iyi, çok hoş ta, kaldır müziği ne olur'' diyen arkadaşlarım... hatırladınız sanırım.
Ve... evet, herkesi birilerinin, birbirlerinin ''çakması'' olmakla itham eden bu arkadaşın profil fotosu ve blog sayfasını süsleyen 5-10 tane eşek nalı kadar fotoğraf kime ait dersiniz?
Audrey Tautou :)
Çakma değil yani kendisi.
Hayran diyelim biz ona kısaca :)
Sen kalk boy boy Audrey Tautou fotoğraflarıyla blogunu süsle.
Blog headerını bile hatunun fotoğraflarıyla donat.
Bloguna müzik linki yerleştir ve bağıra çağıra Amelie şarkılarını dinlet millete...
(Sevmediğimden değil, iş yerimde 2 ay sabahtan akşama dek sadece bu albümü dinlemişimdir, müthiş bir rahatlama ve konsantrasyon veriyor burası kesin, hatta bayılırım)
Sonra da kalk herkesi ''özenti'', ''çakma'' olmakla suçla.

Yok yeaaaa!
Pabucumun orjinali.

Tanımam-etmem.
Ama hani ''Küresel ısınmaya katkıda bulunmaktan başka  bir işlevleri yok'' demiştim ya.
Dileyen dilediğini yazsın.
(İzin verdim yani :) hahahaha)
Burası kimsenin malı değil.
Hiçbirşey kimsenin tekelinde değil.

Offff, bu kadar uzun lafın sopası;
Bu tiplere bir şans daha verilsin bence.
Çıktıkları yere geri girsinler.
Bi' daha denesinler.

Bu gönderiyi kelimenin tam anlamıyla süsleyen fotoğrafın anlamına da dikkat çekip, mesajımızı vermiş olduk böylece.
Hahahaha :)
Şaka nan! :)
Yazı sağlamdı, birilerinin salaklığını yüzlerine söylemek istedim.
Poz da ''vay be!'' olunca, gözünüz, gönlünüz açılsın dedim.

Herkese yazarlık kariyerinde, kitabında, blogunda, amaçladıklarına ulaşmak için seçtikleri yolda başarılar dilerim.
Üç günlük dünya, yaşayın-yaşatın, zevk alın.
Aklınızda yapamadığınız hiçbi' şey kalmasın.
Avukat olun, doktor olun, yazar olun.
Elinize yüzünüze bulaştırın, hatta sıçıp bırakmayın, sıvayın, tam olsun.
Hiç ''ben ne anlarım bundan-şundan?'' demeyin. Her boka  atlayın.
Her ''Hıyarım var!'' diyene elinizde tuzlukla koşun, hiçbi' şeyden geri kalmayın.

Kimsenin totosunu öpmeyin, el pençe divan durmayın dik durun nan!
Az omurgalı olun!

Herkes -gördüğünüz, an itibariyle ispatladığım üzere- kendi blog sayfasında atını koşturur, ''yeaaaa, koşturamazsın taaağaaam mı?'' diyen kepçük ağızlılara selam olsun.
O kişiler de koşturmuşlar atlarını ama kardeşim ben kırmızıdan nefret ederim deyip kırmızı başlıklı kız çıkarsan komik ya!
Hakikaten komik.
Az dengeli olun, ne bileyim dediğiniz-yaptığınız-giydiğiniz- yediğiniz bi' şeyiniz tutsun, tutarlılık olsun :)

Evet, bu saatten sonra artık yazmaya devam edersem saçmalanır.
Buralarda bi'yerde sonlandırmak gerekiyor gönderiyi.
Ama sonlandırmadan... buyurun, cılk cılk cılkını çıkarıyorum.
O kızceğizimiz demiş ya, cılkı çıkmış blog olaylarının.
Yelpaze genişlemiş şekerim :)
Hay o yelpaze...
Tey tey de tey tey!
Allam allam fındık mındık az akıl sür-ver o beyinlere yareppim.
Süpaneke, dinimiz,amin.

Hanimiş: link vermesine verirdim de üşendim.
Google diye bi'şey var,  kopyala-yapıştır bulursun bu bahsettiğim herkesi-herşeyi.
Öyle reklamını yapmayayım, aman bilmem ne olmasın derdim yok, bak ipucu verdim.
(içimden geldi: pabucumun yazarı, pabucumun Tautou'su... peeeeh!)

Görsel: Deviantart.com

Ağla gökyüzüm ağla...

Herkes ağlar.
Hayata ağlayarak başlarsın bi' defa...
Hem de avazın çıktığınca.
Yaşamak için ağlaman gerekir çünkü.
Hayata tutunabilmek için ciğerlerini yırtarcasına,
gırtlağını parçalarcasına,
ölürcesine ağlamak gerekir.
Herkes ağlar, her şey ağlar...
ama,
en güzel gökyüzü ağlar.


Görsel: Google Images

YouTube Açıl(d)ı mı!

YouTube Açılımı!

(Kolay kolay copy-paste yapmam, bilenler bilir.
Şu YouTube olayıyla ilgili beğendiğim bi' yazıyla karşılaştım.
Aynısını oturup yazmak yerine linkini vererek paylaşmayı uygun gördüm)



Hükümetin "YouTube Açılımı"na: "yetmez, interneti aç" demenin tam zamanı...

YouTube'un nasıl açıldığına bir bakalım önce. Böylece bu adımın ardındaki amacı daha iyi algılayabiliriz. Almanya'daki bir şirket söz konusu videolar başıboş olduğu için bunların telifini alıyor. Sonra YouTube'daki otomatik telif ihlali mekanizmasıyla bunları yayından kaldırıyor. Sitenin zaten Türkiye'den girildiğinde erişilmesini engellediği bu videoları kendisi kaldırmadığı için, YouTube "ifade özgürlüğü" prensibine aykırı davranmamış oluyor. Ulaştırma Bakanlığı ve BTK da bir şekilde videoları global versiyondan kaldırmış oluyor. "Danışıklı dövüş" desek yeridir.
Bu tipik bir "ara çözüm". Hukuki açıdan da pek doğru bir "çözüm" sayılmaz, ama pratik olduğu kesin. YouTube için sırada bekleyen onlarca kararın hepsi sadece bu videolarla mı ilgili? Peki "sahibi belli" bir video söz konusu olunca ne yapacaklar? Bu "hukuki teferruatı" da bir şekilde düşünmüşlerdir herhalde.
Bu zahmete katlanılmasının tek nedeni, 5651'i sorgulamaya açmadan, artık bir simge haline gelen YouTube yasağından kurtulmak. Akılları sıra böylece Türkiye'de internet sansürü olmadığı izlenimini yaratacaklar. Bu oyuna burada, Türkiye'de gelen olabilir, ama ülkenin internet sansürcüleri ligindeki yeri değişmeyecek. Uluslararası medyanın, sivil toplum kuruluşlarının Avrupa Birliği'nin, AGİT'in algısında bir değişiklik olmayacak. Çünkü 8000'e yakın site hala engelli ve 5651 sayılı internet sansürü yasası olduğu yerde duruyor.
Bu "açılımın" yurtiçinde Ulaştırma Bakanlığı'nın işine yarayacağı kesin. Şimdiden güzide medyamız "müjde" çığlıkları atmaya başladı bile. YouTube'u engellemek için sırada bekleyen onlarca mahkeme kararını uygulamamanın da bir yolunu bulacaklardır bir şekilde. Hakkında mahkeme kararı bulunan Facebook'u engellememelerinin sebebi de bu. Çünkü yeni bir sembol yaratacaklarını iyi biliyorlar. Yeni stratejileri bu: mümkün olduğunca ünlü sitelere dokunmamak. Hükümet, kürtler ve alevilerden sonra şimdi de "YouTube Açılımı"na girişti!
Çünkü önceki stratejileri, yani meseleyi vergiye vb. bağlayıp ulusal egemenlik savaşına dönüştürme kurgusu ters tepti Google skandalıyla. Bu yeni çözüm o kadar "muhteşem" olamayacak, ama idare edecekler artık.
Sahi, şimdi kaç kişi soracak, "Google vergisini ödedi mi de YouTube'u açtınız" diye. Belleği zayıf bir toplumuz. Evet ünlü sitelerde geri adım atacaklar, taviz verecekler. Merak etmeyin, YouTube burada temsilcilik falan açmayacak, dünyanın hiç bir yerinde temsilciliği yok. Yerel versiyonu zaten vardı. O konuda yetkililer göz göre göre yanlış bilgi veriyorlardı. Google dünyanın hiçbir yerinde vermediği vergiyi burada verecek de değil. Buna rağmen ellerinden geleni yapıp erişim engelini kaldırdılar işte. Taviz verdiler.
Bu kısmi bir başarı olarak algılanabilir. Ama yeni stratejinin başımıza açacağı belaları düşününce bu hayali kurmak saflık olur olur. Çünkü bu zihniyet çalışmaya devam ediyor. Bakın, Blackberry bahanesiyle "Ulusal Kripto Yönetmeliği çıktı (http://ff.im/sAp8F). Mahremiyet ve özel iletişimin gizliliği ihlal ediliyor. "Turkish HADOPİ", yani yeni Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu yolda. İnternet erişiminin engellenmesi, ağır para ve hapis cezaları öngörülüyor. İnternet medyasını basın kanunuyla düzenlemekten bahsediyorlar. Bütün bunların yanında YouTube'un hiç bir önemi yok...
Sansürcü, baskıcı ve gözetleyici bu zihniyetin yeni stratejisini boşa çıkarmanın tek yolu, internet sansürü ile YouTube simgesi arasındaki bağı zihinlerimizde kırmak. Oyuna gelmeyin.
İlla bir simgeye ihtiyacınız varsa "8000" rakamını kullanabilirsiniz. Evet, bu ülkede 8000'e yakın site engelli. Her geçen gün de bunlara yenileri ekleniyor.
Bu sitelerin çoğunun "ahlaksız" ve pornografik yayınlar olduğunu söyleyenlerin de oyununa gelmeyin. Çocuğun, ailenin, değerlerin korunması söylemlerine de kanmayın. Sizler yetişkinsiniz. Kendinizi, kendi ailenizi, kendi değerlerinizi sizler de koruyabilirsiniz. Hukuk bunun için var. Devletin size ergen muamelesi yapmasına izin vermeyin.
Uluslararası uzlaşıyla kabul edilen iki içerik suçu var: Çocuk pornografisi ve nefret söylemi (ırkçılık, şiddete övgü, ayrımcılık vb.). Bu iki suç dışında içerik suçu yok. Müstehcenlik bir içerik suçu değil. Bu ülkede bayilerde serbestçe satılan dergilerin web siteleri bile engelleniyor. Erişim engellemeyle korunmak istenen siz, aileniz veya "değerleriniz" değil; statüko korunmak isteniyor... Erişim engellemenin bulunmadığı demokratik hukuk devletlerinde değerler mi zedeleniyor, birileri liderlerine hakaret etti diye politik sistemleri iki paralık mı oluyor, müstehcenlik var diye önüne gelen fuhuş mu yapıyor, aykırı düşünceler dile geliyor diye ikide bir bölünüyorlar mı?
İktidar, sansür yaparak demokrasiden korunmak istiyor!
Engellenen siteler arasında, çok sayıda, siyasal duruşu olan, muhalif, aykırı site, kültür ve sanat yayınları ve sosyal topluluk platformu var. Artık her bir internet kullanıcısı "yayıncı" haline gelmiş durumda. "İçerik suçu" belalı bir kavramdır. Her yere yapışabilir. Size de.
Bu ülkede geleneksel medya zaten sansürleniyor. Şimdi de internet sansürleniyor. Bunu bir adım sonrası sizi engellemeleri olacak...
Bırakın YouTube'u, siz sansüre bakın. Sansür var mı? Var. YouTube açılsa ne olur? Facebook hala açık diye sevinmeyin. Richard Dawkins'in sitesi niçin hala kapalı diye sorun. Devlete, neyi izleyeceğime, neyi okuyacağıma, neyi söyleyeceğime, neyi düşüneceğime karışma deyin!
İktidarın sansür, baskı ve gözetimle demokrasiden korunması mümkün değil. Tarihte bu startejinin başarılı olduğu görülmemiş. Burada da başarılı olamayacak. Ama bu sizlere, hepinize, tüm internet kullanıcılarına bağlı.
Hükümetin "YouTube Açılımı"na: "yetmez, interneti aç" demenin tam zamanı...

Posted by Özgür Uçkan at 14:47
Orjinali burada, görmek için bir tık yeter : Sansüre Sansür

Görsel: Yukarıdaki linkten

Yollarımız ayrılsa bile seninle arkadaş...


Başlık ''tatlı su dostlukları'' olmalıydı, bu seferlik böyle kalsın.
(Hehe, evet Lou'm çaldım senden bu deyimi, parası neyse veririz :P)
Aşağıya yazmak üzere olduğum tüm satırların ardında ölene dek dururum.
Kimse sonra gelip bikbik etmesin.
bkz:istisnalar kaideyi bozmaz

Yalnızlık zor değil mi?
Bazen mecburen yalnız kalıyor insan. Hayat bunu getiriyor.
Kendimden biliyorum, memleketimden ayrıldım, arkadaşlarım-dostlarım-ailem.
Hepsini mecburen ardımda bıraktım.
Yalnız kaldım, zordu ama bu demek değildi ki yapayalnızdım.
Sevgilim vardı yanımda, sevgilimin arkadaşları, yeni adım atılan arkadaşlıklar...
Anna, Marta, Helena, Eva, Pawel vardı artık.
Her yeni başlayan şey gibi, zordu, yalnızlık-yabancılık çekiyordum.
Yalnızdım ama sadece tüm sevdiklerimin benden uzak olmasının getirdiği yalnızlıktı bu.
Duygular aynıydı, sevgiler aynıydı... araya özlem girmişti eskilerimle, olan biten buydu.
Hepimize böyle yalnızlıklar gelsin gelecekse.
Ya, yalın, katıksız, buz gibi yalnızlıklar?
Bugün buna biraz dokunayım istedim.

''Arkadaşlık'', dünyanın en güzel, en güven verici, en tatmin edici duygusu bence.
Arkadaşın varsa eğer, senden güvende olanı, senden mutlu olanı yoktur.
Yalnız değilsindir.
Bilirsin ki sevincinle zıplayacak, acınla gözleri dolacak, öfkenle hiç tanımadığı birine seninle beraber diş bileyecek, en hain planlarına ortak olacak, sırrını saklayacak, her boş zamanında tek bir ''haydi'' ile seninle saatlerini harcamaya gönüllü, sırtını yaslayabileceğin, görüşüne güvenebileceğin biri vardır.
Binlerce kilometre uzağa gitsen, yüreğinde onu da taşıdığındır arkadaş.
Hep aklının köşesinde olan, hep hayatında gölgesi gezinen, adı anılandır.
Ne o? ''Senin bahsettiğin şey arkadaşlık değil, dostluk Ella mı dediniz?'' hadi ordan!
Arkadaş dediğin böyle olmalı.
Eğer hayatına arkadaş diye seçtiklerin bu nitelikleri taşımıyor ise, o senin sorunun.
Ya da yanlış kişilerle arkadaşlık ediyorsan, bu yine senin sorunun.
Dostluk konusuna girmeyeceğim derinlemesine.
Aslında büyütülecek birşey değil, ''ileri seviye arkadaşlık''tır dostluk.
Artık öyle bir yerleşmiştir ki hayatına o arkadaş, o kadar uzun zamandır arkadaşlık ediyorsundur ki, farkında bile olmadan seviye atlanır ve dost olarak yerleşir.
Diğer arkadaşlarından biraz ayrıcalıklı hale gelir, öncelik kazanır kalbinde.
İkisinin arasındaki fark dağlar, taşlar, vadiler değildir.
Tüm arkadaşların dost olmaya adaydır ve sağlam arkadaşlıklar kurup sürdürdüğün sürece hepsinin hayatına kalıcı yerleştiğini görürsün.
Ne yani, sen hayatında olan herkesle dost musun?
Sevmez misin arkadaşlarını?
Aşk'ın içini boşalttığınız gibi, ''arkadaşlık''ın içini de boşaltmayın.
Merhaba-merhaba tanış olmakla arkadaşlığı karıştırmayalım derim ben.
Gerçi 2 günde aşık olup, hatta saatler içinde kendini biriyle, bir yabancıyla yatakta bulup ''Aşk'' kadar özel, anlamlı bir sözü ağzına sakız eden, ve ne yazık ki aşk'tan ahkam kesen  insanlara,  tanış olmak - arkadaş olmak - dost olmak farkını anlatmak deveye hendek atlatmaktan kolay olmasa gerek.

Neyse arkadaşlığımıza dönelim;
Bir kadının ağzından dökülen aşağıdaki cümlelerden en az biri size tanıdık mı?

''Anlaşamıyorum kızlarla.
Erkek arkadaşlarım beni daha iyi anlıyorlar.
Adi bu kadınlar kardeşim, hepsinden ayrı kazık yiyorum.
En yakın arkadaşım erkek.
Erkek arkadaşlarımın görüşlerine daha çok güvenirim.
Aaaa, benim en iyi anlaştığım arkadaşım erkektir, birbirimizi süper anlarız.''

tanıdık geldi mi bu veya buna yakın cümleler?

Veya, bir erkeğin ağzından;

''En yakın arkadaşım-dostum kız.
Kızlarla süper anlaşıyorum, beni daha iyi anlıyorlar.''

ya bu veya buna benzer cümleler?

Şahsi görüşüm; kaçacaksın arkadaşım!
Ardına bile bakmadan bu sözleri sarfeden kişiden mümkün olduğunca hızlı uzaklaşacaksın.
Aramayacaksın-sormayacaksın.

Kural 1: Kadının ''en yakın arkadaş''ı kadın olur, erkeğin erkek!
Eğer bir kadın bu kuralı kırıyorsa kesinlikle psikolojik rahatsızlığı vardır arkadaşım.
Hastadır, kaprislidir, ego manyağıdır veya tatminsizdir.
Kıskançlık, fitne-fesat her şeyi bulabilirsiniz.
Kadınlarla yakın arkadaşlık kuramamasının sebebi de kendisindeki arızadır.
O kadar sorunlu-sorumsuz-arızalıdır ki, aklı başında olan hiçbir kadın böylesiyle arkadaşlık etmek istemediği için yalnız bırakılmıştır ve -mecburiyetten- erkeklerle arkadaşlıklara yönelmiştir.
Sonra da kalkıp şu yukarıdaki cümlelere yakın sözler sarf eder.

Ne zaman bu veya buna yakın sözler işitsem, söyleyen kişinin ağzının ortasına bi' tane çakasım gelir.
Herkes şeytandır zaten bir tek bu kızcağız melektir.
Öylesine bir melektir ki bugüne dek onlarca-yüzlerce-binlerce kadın tanışının hepsinin arızası vardır, bir tek bu kusursuz üretimdir.
Yazıktır böylelerine, acınasıdır.
Yalnızdır.
Yapayalnızdır.
Yalnızlıktan neye-kime saracağını bilemez.
Önüne geleni hayatına alır, açtır çünkü, ilgiye, sevgiye, iki sıcak kelimeye, güvene açtır. Egosu açtır. Kalbinde içine ne atarsa atsın dolmayan, doymayan, kapanmayan bir kara delik vardır.
Kendine arasıra şans verilir.
''Gerçek'' arkadaşlık fırsatlarıyla karşılaşır.
Ama kendi kişisel güvensizlik-açlık-yalnızlık döngüsünden dışarı bir adım atamaz, kıramaz, ne egosunu susturur ne de gereksiz kaprislerinden, yalanlarından vazgeçer.
Aklı başında olan taraf bakar ki gidişat gidişat değil, verdiği şansı geri alır, vazgeçer.

Erkekler için de durum farklı değil.
Sadece '' erkeğin erkek arkadaşı olur'' hacım.
Erkek erkeğe konuşmak, dertleşmek, saçma sapan muhabbetlerin dibine vurmak kadar zevklisi var mıdır?
Futboldan, biranın kalitelisinden, bilmem kaç bilmemneli vidalardan, şarjlı matkaptan, ondan bundan...



Demiyorum ki; her erkek erkeklerle, her kadın kadınlarla arkadaş edecek.
Bakınız, tekrar söylüyorum '' en yakın'' dan bahsediyorum.
Elbette sağlıklı-yetişkin-yetişmekte olan bireyler olarak karşı cinsle arkadaşlık edeceğiz.
Doğal olan da zaten bu.
Ama bu hemcinslerimizi tü-kaka yapmayacak.

Hayır, biz nasıl kuruyoruz arkadaşlık hemcinslerimizle? Anlamıyorum.
Hasta mıyız? Arızalı mıyız? Nasıl kızkıza söyleşip-dedikodu yapıyoruz?
Paylaşıyoruz, güveniyoruz, araşıyoruz, akıl danışıyoruz.
Neden benim arkadaşlarım sevgilimi ayartmaya kalkmıyor da senin tüm kız arkadaşların bunu denemiş oluyor?
Biz nasıl anlaşıyoruz hemcinslerimizle?

Uzun lafın sopası: kimse melekçilik oynamasın!

İnsan olun kuzum, az aynaya bakın.
Sorgulayın bakalım yalnızlığınızın sebebini.
Kimsenin neden sizi anlayamadığını.
Neden etrafınızda bir tek hemcinsinizin olmadığını.
Neden oturup tek başınıza plan yapmak zorunda kaldığınızı.
Neden kızkıza sohbet edecek kimsecikleri bulamadığınızı ve her erkek arkadaşlarınıza mecbur kaldığınızı.
Az çuvaldızı kendinize batırın.
Hep mi diğerleri suçlu?
Hep mi siz melek?
Hep mi...
Ayıptır, kimse bu yalanları yemiyor bunu bilin, az silkinin, kendinize gelin.

Herkese benden gelsin:
Açın-bulun-dinleyin : Melike Demirağ - Arkadaş
Aramaya üşenenlere de hizmet ediyoruz :
Arkadaşım eş, arkadaşım şek, arkadaşım şimşek :)
(Eee, böyle bilip söylüyorduk, ne yani, bu da mı suç?)


Dipnotdediğinböyleolur: az bile dedim.
Onuncu köye kadar yolum var anasını satayım.

Görsel: Google Images

İtiraf nokta kom

''Lou'm Sağolsun''


Araba alırsam arkasına bunu yazdıracağım :)
İtiraflar geliyor sıra sıra.
5 tane şartmış.
Eh kırmayayım Lou'mun kalbini.
Büyütmek için üstüne bi' tık :)


Görsel: Google Images | Sahibinin sesi - Sittirella marka

Sanat yaşam içindir: Yaşayan heykeller

Merhabalar,
Sıcağı sıcağına, dün yaptığımız gezintide karşılaştığımız iki sanatçının fotoğraflarını paylaşmak istedim.
İlkini gördüğümde yanından geçerken heykel sandım.
Hatta '' Ne güzel yapmışlar, gerçek gibi'' derken yavaşça kıpırdayıp duruşunu değiştirdiğini gördüm.
İnanılmazdı. İlk kez bu kadar yakından ve gerçekten işinin ehli bi' sanatçıyla karşılaştım.
Şimdi diyeceksiniz ki ''İşinin ehli olup olmadığına nasıl karar verdin?''
Biri taş, heykel...
Diğeri düğünlerde ortada çakkıdı çakkıdı göbek atan tipler gibi, konuşuyor bi' de :)

Umarım beğenirsiniz.

Bu işinin ehli :)











Bu da acemi :)







Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

S.ella was here!

Pazar günü yürüyüşe çıktım.
Biraz alışveriş, biraz keşif yaptım :)
Bu kez fotoğraf çekme imkanım oldu, birkaçını sizlerle paylaşayım istedim.

Bende mi bir gariplik var yoksa herkes mi aynı hisseder bu güzellikler karşısında...
bilmiyorum.
Sanırım bu şehre aşık oluyorum :)

Sevgilerimle.

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Sil baştan başlamak gerek bazen...



Hayat ne kısa değil mi?
Daha dün gibi sokakta saklambaç oynadığın günler.
Düşüp dizini kanattığın gün... Bi' dişini daha kaybettiğin gün.
Elinde kalem, dilin dışarıda, yazı yazmayı öğrenirken çizgili defterine çektiğin yamuk yumuk çubuklar...'Ali gel'ler... 'İpek topu tut'lar.
Kimdi ılık süt içen? Var mı hatırlayan?

Küserdik en yakın arkadaşımıza çocukken.
Ama küstüğümüze özlem duyardık, kızgınlık geçince 'ne yapsak ta barışsak'ın hesaplarını yapardık.
Gülerdik. Gerçekten, içten, karnımız ağrıyıncaya dek atardık kahkahalarımızı. Ağlarken sümüklerimiz akacak kadar içten gelerek ağlardık.

Büyüyorduk.
Marka merakı başlamıştı. Hatırlar mısın ilk ''markalı'' kıyafetini? Rengini, modelini. Nasıl hevesle giydiğini...
Saçlar günün modasına uygun, ama aslan yelesi, ama kocaman kelebekli tokayla geriden tutturulanlar. Permalar, meçler, hatta kınalar. Dar bilekli yüksek bel kot pantolonlar. Ya da İspanyol paça :) Bel-boyun arası 25 cm. Sirk kaçkını gibi. O derece yüksek bel. Hatta o bele bi' de kemer.
Bi'de dar paça altına hani okunuşu ''Tımbırlent'' olan ayakkabılar :) Hepimiz Michael Jackson çakması.
Kaç kişi Dr. Alban'la rap dansa merak sarmadı? Vanilla Ice ile ''Ays ays beybi'' de kafalar bir ileri bir geri. Olmadı, ''Evribadi dens nav''!

Sonra ne oldu?
Lise, üniversite, mezuniyet, iş arama-bulma-işsiz kalma arasında yinelenen bir döngü. Geriye silkeleyip bıraktığımız çocukluğumuz, gençliğimiz... Ne olduk? Büyüdük mü? ''Adam'' mı olduk artık? Bu mudur büyümek?
İş derdi, geçim derdi, hayatın pisliklerini ayırdetme kabiliyeti...Ne geçti elimize? Hiç büyümeseymişiz keşke. Bir de hevesle beklerdik büyümeyi. Büyüdükçe dertlendik... Büyüdükçe kirlendik.
Ne güzel söylemiş Asaf usta 'Jüri' adlı şiirinde ;

'Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu,
Birinciliği beyaza verdiler'

Birincilik sizin olmuş gibi hissettiğiniz oluyor mu? Kirlendiğinizi hissettiğiniz? Ne kadar yıkanırsanız yıkanın, ne kadar arınırsanız arının, bedeninizi temizlemekle kalıp ruhunuzun kirini temizleyemeyeceğinizi hissettiğiniz oluyor mu?
Ne kadar uyursanız uyuyun, ne kadar dinlenirseniz dinlenin, bedeninizi dinlendirmekle kalıp yılların ruhunuza yüklediği yorgunluğu atamayacağınızı hissettiğiniz oluyor mu?

Vicdan muhasebenizde hep kalbinizin ortasını yarıp geçen bi' hesap açık kalıyor mu?
Kaç kez kanadı kalbiniz? Kaç kişiye mezar oldu? Kaç kişiyi diri diri gömdünüz kalbinize? Kaç ismin katilisiniz?
İlk yalanınızı söylediğiniz günü hatırlayan var mı? Veya söylediği yalanların hesabını tutan? Yoksa siz de 'Ben asla yalan söylemem'cilerden misiniz?
Hadi ordan... haspam.

Ne idiniz? Ne oldunuz? Bunu görebiliyor musunuz?
Sorgu memuru olmak değil amacım. İçinize azıcık ayna tutayım istedim. Ben bu soruların hepsini cevapladım. Kendimle hesaplaştım. Gerçi hiç bitmiyor hesaplaşma ama bugünün hesaplarını tutuyorum artık. Geçmiş hesaplarımı kapadım.

Uzun sürdü, sancılı oldu. Aylarımı aldı. Herkese kısmet olmayacak bir şansım vardı. Herkesten, her şeyden uzak. Doğayla içiçe. İş-güç-para-pul hiçbir sıkıntı olmadan sadece kendimle konuşma şansım oldu. Kendimi sorgulama. Başardım. Kendimi otuzuma dek yaşadığım hayattan koparıp aldım. Geride sadece hayatımın kilometre taşlarını bıraktım. Değişmezlerimi... sabitlerimi.
Çok dost kazığı yemiş biri olarak - ki o kazıklardan İstanbul'a 3. köprüyü 8 şerit gidiş, 8 şerit geliş, hem de ahşap yaparım- her yüzüme güleni dost bilmemem gerektiğini anladım. Hayatımdaki ''lüzumsuz'' insanların hepsini silkeleyip atmanın zorluğunu kavradım. Ama ben zoru hep severdim. Başardım.
Bana, ruhuma yük gelen, kalbime acı veren, zor gününde kapımda bitip iyi gününde aklına düşmediğim ne kadar kişi varsa... Hepsini silkeledim attım hayatımdan. Söz verdim kendime.
Sil baştan başlayacaktım hayata bu açılmış gözlerle, farkında olma haliyle, can yakan deneyimlerden çıkardığım derslerle. Yepyeni bir hayat, yepyeni bir dünya kuracaktım kendime. Aşk dolu, başarı dolu, gerçek arkadaşlıklarla-dostlarla dolu.
Sanırım bunu da başardım.

Yalan söylememeyi tercih ediyorum hayatıma yeni seçtiğim insanlara, hayatımda 'kalıcı' yeri olacaklara. İlmek ilmek yeni arkadaşlıklar örüyorum kendime. Kaybedenlerden değil, kazananlardan, farkında olanlardan, tutunanlardan ve zamanını çarçur etmeyen, aklını yararlı şeylere kullanan, etrafında olup bitenin farkında olan ve hayatı yaşayan insanlardan oluşan yepyeni bir dünya kuruyorum kendime.

"Bana dostunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim."
Bu sözü çok severim. Düzgün olup-düzgün olanla olmak... Bunu kendime destur edindim.
Çünkü gördüm ki; sen ne kadar düzgün olursan ol, yanındaki olmadıkça seni de kendiyle birlikte aşağı çekiyor. Kurunun yanında yanan yaş olduğunla kalıyorsun hep. Biraz bencilliğin yararlı olduğunu öğrendim. Hayatın alışveriş olmadığını, verdiğinde karşılık beklememen gerektiğini... Duygularımı gizlememeyi, söyleyemediğim, paylaşamadığım duyguların benim kalbime dert olduğunu anladım.
Seviyorsam, seviyorumdur. Beğenmiyorsam iterim. Özür dilemeyi öğrendim, teşekkür etmeyi. Hakedene hakettiğini vermeyi. Kısacası; "insan" olmayı öğrenmeye çalışmaya karar verdim.

Bu kadar laftan sonra bir sonuca bağlamam gerekiyor ise bu gönderiyi; İki kelimelik cümlelerimden bile kime-neye karşı ne mesafede durduğumu, duygularımı anlayabilirsiniz. Hepsi gerçektir. Maskesiz olmak kadar konforlu bir durum yok, inanın bana. Var, görüyorum aranızda maskeleriyle dolananları. Nefes bile almakta zorlananları. Atın yüklerinizi omzunuzdan. Çıkarın maskelerinizi.

Diş perisi yalan, Noel baba yok. Çocukluk 3-5 tatlı hatıra, gençlik esip geçen bir meltem.
Hayat acı,
zor,
hırsız.

Eeee, n'apalım? Ölelim mi? Kazıp mezarımızı girelim içine şimdiden. Nasılsa öleceğiz bi' gün, yok öyle yağma!

Yanlışı bir kez yapmışsan, hatalısındır ve ders alman gerekir. Yineliyorsan aptalsındır. Aptal olmayacaksın.
Ne yaşadıysan yaşadın, dersini al, çevir sayfasını defterin. Başla bembeyaz sayfaya kendi hikayeni yazmaya. Taşıma gereksiz olan hiçbir yükü omzunda, hiçbir duyguyu kalbinde.

Hayata neresinden bakarsan, orasını görüyorsun. Ben güzel yanından bakmayı tercih ediyorum.
Dün sevdiğim bir insanın blog sayfasına not düştüğüm gibi;
"Günebakan gibi olacaksın kardeşim bu dünyada; yüzün hep güneşe dönecek!"

Gününüz dününüzden mutlu olsun :)
Sevgilerimle.

Görsel: Google Images

On Bira yın Sultanı :)






Hatırladım, paylaşayım istedim :)
Çok gülmüştüm... hala gülüyorum.
Hepinize HAYIR!lı - mutlu - huzurlu - sağlıklı...
Kısacası her zamanki gibi, gönlünüze göre Ramazanlar dilerim :)

Görsel: Google Images

Teallam #002

Az önce Lou'ma bi' yorum yazdım.
Yazarken kullandığım bi' cümle bana bi' karikatürü hatırlattı. Üşenmedim. Aradım buldum :)
Yine gülümsedim.



Hazır başlamışken bi'kaç tane daha gülümseteni ekleyeyim.















Görsel: Google Images
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...