Maybe it's Maybelline! :)



Madem başladım anlatmaya, devam edeyim çocukluğumun anılarına.

Kankam Aysun'u biliyorsunuz, meşhur olma yolunda hızla ilerliyor, daha da meşhur edeceğim kesin onu. Çocukluk anılarımın yarısı onunla çünkü :)
Bu anımız daha da çocuk olduğum zamanımızdan, konuşmayı söktükten kısa süre sonrasından... daha ilkokul falan hak getire :)

***
Aysun'la annelerimizin ''kapının önünden ayrılmayın'' diye tanımladıkları o gözle görünmeyen ama güvenli kapı önü alanda bi' kilim, iki minder yayılmışız resmen... can sıkıntısı var tabi, şeytanın da işi gücü yok, dürtüyor sürekli.

Fikir Aysun'dan geldi; ''Hadi alışverişe çıkalım'' Hemen alışverişe çıkan iki ''büyük'' oluverdik.
Kolkola girdik, başladık sokak içinde genişçe daire çizerek alışveriş yapmaya; şunu alalım, bunu da alalım, pazara da çıkalım, ay şu ne güzelmiş, o pahalıymış!!! Ulen ne var ki ortada pahalı olsun? :)
Hayali ve ucuz şeyler satın alıp, hayali parayla ödemeyi yapıp, aldıklarımızı hayali çantalara doldurup yine hayali çantaların ağırlığından yorulup! dinleniyorduk :) Hayali içecekler içip, yorgunluk atıp alışverişe devam ediyorduk tabi. Alışveriş bitti, eve dönerken kuaföre uğramaya karar verdik.

Malum, bi' sürü kılık kıyafet, sebze, meyve, benim bir elimde pazar arabası, arabaya bağlı kurbanlık kuzu (bu kimin fikri idi hatırlamıyorum ama kınalı bi' kuzu seçmiştik, bunu gayet net hatırlıyorum) dönüşte de ''zuzazye''ye (züccaciyeci bile diyemediğimize göre yaş 3-5 arası idi demek) uğrayıp babannemin aylık taksidini de ödemiştim (hayırlı evlatmışım nan o zamanlar) kuaför tükkanının önündeki telefon direğine kuzumuzu bağlayıp, alışveriş poşetlerini duvar dibine bırakıp kuaföre girdik :) Ne de olsa bizim mahalle güvenliydi, eşyalarımızın çalınma ihtimali aklımızın ucundan geçmiyordu ama kuzu kaçabilirdi :)

Hayali kuaförlerle konuşup, bize ikram ettikleri hayali içecekleri içip, hayali perma yaptırıp - Aysun meç yaptırmıştı, annesi kılıklı :) - olmayan ojelerden sürmüştük ki; Aysun'un elinde onu gördüm;
Kırmızı ruj!
Üstelik hayali değildi, kaşla göz arasında nereden buldu ise elinde kırmızı bir ruj!!! tutuyordu.
Tamam, teoride o kırmızı bi' rujdu ama pratikte kırmızı -hem de acı, apacıııı- biber olduğu gerçeğini dudaklarımızı tırmısı tırmısı boyayıp bugünün ancelina culi'sinin dudaklarına rakip dudaklara sahip olduğumuzda -dudaklara sürmekle yetinsek yine iyiydi de- noktalama usulü yanaklara allık, göz kapaklarına far yaptığımızda; satın aldığımız tası tarağı -kınalı kuzuyu bile direğe bağlı- bırakıp ''Anneeeaaaaaaaa'' diye acıdan zırıl zırıl ağlayarak evlerimize koşarken anlamıştık.
Aysun ne yaptı, nasıl halletti o acıyla savaşı? hatırlamıyorum. Ama benim hikayemin devamı budur:

- Babanneeeeeeaaa! Üğüüüüüüüğüüüüü!
+ He kuzum, he karabiberim?
- Babanneeeeeeeea! Üğüüüüüüüüğüüüüüü! Yuj süvdük, nanıyoooooo! Üğüüüüüüğüüüüü!

Babannemle annemin kahkahaları hala kulaklarımda :)

Beni oturttular o dedemin bahçe keyfi yaptığı gök mavisi boyalı tahta sandalyeye, dolaptan bissürü domates çıkarttılar. O domatesleri ortadan ikiye kestiler. Gözümü açamamış olsam da,  hem yuvarlak, hem soğuk, hem de çooook tatlıydılar.
Dudaklarıma, gözlerime, yanaklarıma ortadan ikiye kesilmiş, olgun, soğuk domatesler sürüldü dakikalarca. Hem yandım, hem ağladım. Bi' yanda da yarısı yüze sürülen domateslerin diğer yarılarını mideye indirdim. Hem domatesle doydum hem bana çooook uzun gelen bir süre sonra gözümü açtım :)

***
Hayatımda yediğim en lezzetli domatesler onlardı.
Domatesi hala deli gibi severim.
Kırmızı ruj sürdüğümde ne zaman aynaya baksam; gülümserim :)

Hanimiş: domates işe yarıyor nan! :)
Hanimişiki: onu bunu bırakalım da, can havliyle direğe bağlı bıraktığımız kınalı kuzuya n'oldu acaba?

Görsel: Google Images

Varsayalım konuşuyorlar...

Acaba insanlar gibi mantıklı bi' ''kendisiyle konuşma'' durumları var mı bu patililerde? :)
Mesela;


''Uleyyyn! bu işte bi' yannışlık var gibime geliyo emme...

ya da;


''Kanatları da taktık, bi' de masum bi' bakış tamamdır!
Olm, bu sefer kesin tanıyamıycekler o güvercinler beni :)

Special thanks to Kasiu's lesny panda :)

Görsel: Arkadaşımın sesi - Katarzyna marka

Kadınlar arasında rekabet ne zaman başlar?


Kadınlar arasındaki rekabeti ilk keşfimin ve bilmeden kazandığım ilk galibiyetimin hikayesidir bu efenim :)

Uzun, çooook uzun yıllar önce, güzel bi' ilçenin eski- bozulmamış, daracık sokakları ve çıkmaz sokakları olan huzurlu mahallesinde, babannemin eviyle duvar komşusu olan, iki oda bi' mutfaktan ibaret minicik bahçeli evimiz vardı.
O evimizin diğer duvar komşusu olan evde de kankam ailesiyle yaşardı :)

Aysun; patates yanaklı, ela gözlü, iri kıyım bi' erkek fatmaydı. Benden bi' buçuk yaş küçüktü fakat benden daha kiloluydu. Kilosunun fazlalığı ile doğru orantılı olarak aklının kurnazlığa çalışan yanı da bir hayli genişti. Fitnelik, fesatlık, kızma, küsme, mızıkçılık, yalan, dolan, hile, kavga, alavere-dalavereye dair ilk neyim var ise ondan öğrendim.
Kolay mıydı birini ''dışladığında'' önce sana bakmasını sağlamak, sonra yüzüne baktığında ''Hıh!'' deyip, aynı anda burun kıvırıp başını diğer yana çevirmek? :)

Yıllar yıllar sonra anladım Aysun'un benimle hep bi' rekabet içinde olduğunu, hep bi' şeyleri ispatlama, üstünlük kurma çabalarını ve sebeplerini.
Zaman zaman, kafama estikçe anlatacağım bunları bir bir :)

***
Küçüğüz, miniciğiz, evcilik oynadığımız dönemdeyiz, doktorculuk oynama mertebesine bile yükselememişiz daha... yine evcilik oynamaya karar verdik.
Ben anne olacaktım yine... Aysun ise kızım.
Oyunlarımızın standart babası Aysun'un benden bi' yaş büyük abisi idi ama gel gör ki o gün her ne olduysa evde değildi.
Eee, baba yok! Olur mu babasız evcilik? Hemen karşı çapraz komşumuzun yakışıklı oğlu devreye girdi :) Baba olmaya aday oldu.
Tam oyuna başlayacağız, Aysun'un tombik yanakları şişti. Afra tafralar, susmalar, oflamalar, puflamalar... sıkıntıya dair ne varsa tüm belirtileri. Bi' yandan da oyuncak bebeğinin saçlarını açıp sinirli sinirli örmeye çalışıyor ve biz oyuna başlamak için Aysun'un bebeğinin saçını düzeltmesini bekliyoruz ama o saç bi' türlü düzelmiyor. Az daha bekleyince öğrendik derdini;  ''Bu sefer ben anne olacağım!'' Hemen ''peki'' dedim, ''Aysun anne olsun" Komşu oğlu itiraz etti; ''Sen anne olmazsan ben oynamam'' :)
Aysun kızdı, bebeğinin saçlarından tuttuğu gibi bi' hışımla kalktı, ''Hıh!'' dedi, başını hızla diğer yana çevirdi... küstü, çekti gitti. Sokak kapısından içeri girerken de kahverengi boyalı demir kapıyı var gücüyle çarpmayı ihmal etmedi :)
Sonradan öğrenecektik ne zaman o kapı hızlı bi' şekilde çarpılsa ortada bi' anormallik olduğunu, kızgınlığının, küskünlüğünün acısını o kapıdan çıkardığını... o kapı aracılığıyla bize mesaj verip bi' nevi son sözü söylediğini.

Ben Aysun'un neden küstüğünü anlayamamıştım o an.
Aradan yıllar geçti, anladım;
O gün; benim bi' başka ''dişi''ye ilk tercih edilişimdi.
O gün; benim bi' ''dişi'' ile bilmeyerek girdiğim rekabetten ilk kez galip çıkışımdı.
O gün; benim komşu oğlunun aşkını bana ispatladığı gündü :)
O gün, kendi kendine sürdürdüğü gizli yarışı Aysun kaybetmişti ve inanılmaz şekilde o bunun farkındaydı.

Ah be Aysun!
Hata tümüyle senin :)

Bundandır nerde evcilik oynayan çocuk görsem gülümseyip, bi' kaç saniye durup onları izlemem.

Görsel: Google Images

Özgüven eksikliği ve yan etkileri


Merhaba arkadaşlar,
Bugün burnumu sokacağım konu aslında -başlıktan da anlaşılacağı üzere- özgüven eksikliği ve bunun yan etkileri.
Bu konuya girmeden önce konuyla az ilgisi olan başka bir noktaya değinmek istiyorum.

Onlarca blog adresi takip ediyorum. Hepsini beğenerek mi izliyorum? Elbette hayır.
Tamam, bazı blog yazarı arkadaşların fanatiklik derecesinde hayranıyım ama bu blog işinde hala anlamadığım, anlamlandıramadığım ve anlatamadığım şeyler var.
Bunları elimden geldiğince sade, net  ve düz bir şekilde açıklamaya çalışacağım.

Şimdi, diyelim ki herhangi bi' blog adresini izlemeye aldım veya herhangi biri beni izlemeye aldı;
Soru bir; izlemeye aldığım kişi beni izlemeye almak zorunda mıdır?
Cevap; tabisi de hayır!
Soru iki; beni izlemeye alan kişinin sayfasına koştur koştur gitmek ve hemen izlemeye almak zorunda mıyım?
Cevap; tabisi de hayır!
Bu arada bu ''tabisi de'' fena takıldı dilime ya, hadi hayırlısı :)

Hemen izah işlemlerine başlayayım.
Bakıyorum, bir kaç kişi sayfamı izlemeye başlamış, aman ne güzel.
Demek ki; sayfama baktığında, arşivi kurcaladığında hoşuna giden, okumaktan hoşlandığı veya nefret ettiği, ''bu hatun ne cici yazıyor'' ya da ''bu hatun neler saçmalıyor?'' diyebileceği bi' şeyler bulmuş ki izlemeye başlamış.
Bu konuda hemfikir miyiz?
Sanırım ''Evet'' :)
Bir gün izler, ikinci gün ''Hastirnaaan!'' deyip çeker gider.
Gidenin arkasından ağlar mıyım?
Tabisi de "Hayır" :)
Ama, ola ki gitmez kalır, başlar bülbül gibi şakımaya... o zaman hemen eline bi' minder tutuştururum; ''buyur otur, sen kalıcısın galiba'' derim :)

Bunları neden yazıyorum?
Son zamanlarda enteresan diyaloglar içersindeyim.
Biri kalkmış beni izlemeye başlamış.
Bir kaç kez yorum yapmış, ben de paşa paşa yanıtlamışım yorumlarını.
Üç beş gün sonra çekmiş gitmiş, farkında değilim.
Aradan biraz zaman geçmiş, dıdımın dıdısının dısısından bana mesaj geliyor;
''S.Ella çok ayıp, insan kendini izleyen insanı izler'' :)
Ne? Kim? Nasıl yani? Anlamadım? derken ''bilmem kim seni o kadar izlemiş, yorum yapmış ama sayfasına gitmemişsin bile!''
Buyur, buradan yak!

Şimdi sevgili arkadaşlarım;
Ben normal, sıradan, senden benden hiçbi' farkı olmayan bi' insan evladıyım.
Kusurum, hatam, eksiğim yok mudur?
Tonla vardır, madde madde sayarım.
Herkese, her şeye bi' yere kadar tahammül etmek gibi harika bi' özellik sahibiyim :)
Amma velakin;

***
Çocuğum yok ki kalkıp ''Anne'' bloglarını izleyeyim.
Bana ne kimin evladının günde kaç kez kaka yaptığından?
Bana ne kimin çocuğunun diş çıkarırken kaç saat ağladığından ve bu ağlama seanslarını en aza indirgemek için neler yapılması gerektiğinden?
Günün birinde anne adayı veya anne olur isem elbette izleyeceğim, araştıracağım şeyler olacaktır.
Kaldı ki benim bissürü ''Anne'' arkadaşım var, onlar sadece çiş-kaka değil insana dair yüzlerce bilgi düşüyorlar sayfalarına. E, o zaman izleniyorlar işte.

***
Aşçı değilim ki yemek bloglarında saatlerce yorum yapayım, hepsini izlemeye alayım.
Var benim bi' kaç tane gerçekten her tarifine göz attığım, zamanım oldukça '' Bu da enteresanmış, hem yapımı da kolay, bir deneyeyim'' deyip copy-paste yaptığım bloglar.
Beğendiğime yorumumu yaparım, teşekkürümü ederim.
Ne işim olur 4-5-15. yemek bloguyla?
Her akşam sevgilime ziyafet sofrası hazırlama lüksüm yok!
Hem nerden bulurum bilmemneli, bilmemne sosunda bilmem kaç saat dinlendirilmiş, ıcırıklı bıcırıklı bücübücüyü?
Daha adını söyleyemediğim usuller, malzemeler, baharatlardan, ottan bahsediyorsun.
Ben iki kaşık sıcak aşıma bakarım.
Budur olayım.

***
Bana ne ''Elhamdürillah Tayyeap Paşa'' diyenin sayfasından?
O seviyordur, gider oyunu verir.
Ben sevmem, gider  bilmem kaç yüz kilometre yol kateder, "bi' oy bi' oydur" deyip konsoloslukta/sınır kapısında/memlekette oy kullanırım, günahımı isteseler parayla, vermem o üçkağıtçılara.
Mecbur muyum senin düzene düzdüğün methiyeleri içeren blog sayfanı izlemeye?
Aynı şekilde sen; izleme beni, mecbur değilsin ki!
Kaldı ki var benim de siyasi görüşü taban tabana zıt ama can ciğer arkadaşlarım :)
Burada da var, izleyicilerim, izlediklerim.
Demek ki her şey ''padişahım çok yaşa!"  veya "ampuller!'' olayı değilmiş.
Biz başka ortak paydalara sahipmişiz ki bi' aradayız hala.

Burası benim oyun alanım.
İster yazarım, ister yazmam.
İster aylarca uğramam, istersem oturur günde yüz gönderi yayımlar ortalığı şenlendiririm.
Kim kimin keyfinin kahyası olabilir ki?

Açık söyleyeyim;
Kendini izlemeye alan herkese koştur koştur gidip izlemeye alanları çok İKİ YÜZLÜ buluyorum.
Yapmacıklığın daniskası.
Tribünlere oynamak, başka da bi' şey değil!
Geleni kaybetmemek adına atılan takla.
Yazık.

Benim ''Anonim'' olarak izlediklerim vardır mesela.
Her gönderisini okurum, incelerim ama tek kelime yazmam.
Keyif benim değil mi?
Gün gelir gerçekten söyleyecek sözüm olur, paşa paşa yazarım.
Bu izleme-izlenme işi beni kasmaya başladı cidden.

Şunu o güzel kafanıza sokun; kimse... kimseyi... izlemek... izliyorsa da sonsuza dek izlemek zorunda değil!

Bu konuda açıklamam yeterli ise hemen diğer konuya geçeceğim.
Özgüven konusu, çok dandik, çok karışık ve üzerine saatlerce konuşulabilecek konu.
Bakıyorum bırakılan yorumlara ve o yorumları yazanların paylaşımlarına... cidden acıyorum.
Öyle bir abartıyorlar ki yaşamlarını, yaşadıklarını, hayat standartlarını, hedeflerini... ister istemez insan düşünüyor; acaba hayatında ne gibi eksiklikler, tatminsizlikler, yanlışlar var ki her şeyi ''işinden veya çocuğundan veya alışverişten veya marka-lüks takıntısından'' ibaret.
Özgüven eksikliklerini alakasız bir konuyu, bir yönlerini, herhangi bir ''şey''i sivriltip, cilalayıp, parlatarak milletin gözüne götüne sokmaya çalışanlardan kaçarım!

***
''Ben öyle süper yöneticiyim, böyle süper mevkideyim, şöyle ünvan sahibiyim, böyle yetki sahibiyim''
Eee? Eksik olan yanın ne?
Cinsel hayatın mı berbat?
Tatminsiz misin?
Eşinle-partnerinle korkunç bir ilişkin mi var?
Ya da kimsenin yanına yaklaşmak bile istemediği kadar ukala, kendini beğenmiş, dırdırcının teki misin?
Millet ne diyor zannediyorsun?
''Vay be! X'e bak, bilmem nerde bilmem neci! Öyle etkili, böyle yetkili! Ben eziğim, tü-kakayım, hiçim, bugün kurufasulye yemeyeceğim! eşimle de sevişmeyeceğim! bunalıma girdim işte!'' mi?
Millet saçmalıklarını okuyor, gülüyor, eğleniyor ve kendi güzelim hayatına -ek olarak sana acıyarak- devam ediyor.
Kovulduğun gün bırakacak mısın blog tutmayı?
Ya da ne bileyim, hastalansan, çalışamayacak duruma gelsen bitecek mi hayatın?
Bu mudur şu hayatta tek icraatın yani?
Sana verilen bir kartvizitin üzerindeki üj-beş ünvanla böbürlenmek.. başka icraat?
Cık!
Yazık seninle çalışmaya mecbur bırakılan insanlara :)
Geçiniz.

***
Ben öyle zenginim, böyle zevkliyim, DKNY, Armani, Versace, YSL, L'ancome bikbikbik!
Aynaya baktığında ne görüyorsun?
Seviyor musun kendini?
Çırılçıplakken.
Popon mu çok büyük?
Yoksa meymenetsiz suratlının teki misin?
Nedir sorunun? Parayla mı satın alınıyor sevgi, saygı, ilgi, arkadaşlık?
Yüzüne sürdüğün bilmem ne marka krem mi seni insan yapan?
Veya kullandığın 500 €'luk parfüm mü sanıyorsun seni diğerlerinden üstün kılan?
Nedir bu ''bi' şeyleri ispat'' çaban?
Yazık...

***
Benim yavrum, benim çocuğum, benim meleğim tipler var bi' de.
Bi' kere ''Arabın gülü kendine kokar''mış tamam mı?
Herkesin yavrusu kendi gözünde tek, eşsiz. Bu konuda anlaşalım.
Ama hiç kimse senin patates suratlı, kepçe kulaklı, kara-kuru yavruna ''prens-prenses'' deyip pohpohlamak zorunda değil.
Bize ne senin sıçtığında bezi gül kokan mucizevi evladının söylediği ilk kelimeden?
Ben evladıma yemem yediririm, içmem içiririm, giymem giydiririm, eğitimin alasını, bilimin şuruplusunu, bilginin damıtılmışını veririm, ezikler sizi! Heheyt! ayakları?
Nedir bu ''süper anne'' durumları?
Bi' tek sen annesin de geri kalan kadınların alayı oturup senden öğrenecek anneliği.
Bu durumu abartmayalım.
Çocuğuna acırım :/
Çay mı seversin? Kahve mi?
Sigara kullanıyor musun?
Nasıl kahkaha atarsın?
Neye gülümsersin? Neye ağlarsın?  Neyi sever neden kaçarsın?
Bize bunlar gerek.

Sanırım tüm antikalar beni buluyor ya da ben onları :)
Biri vardı her yorumuna şöyle başlıyordu;
''İki lisans bir önlisans mezunu biri olarak şunu diyebilirim ki;
Yaptığın omlet harika görünüyor!'' :)

''İki lisans bir önlisans diplomasına sahip biri olarak diyebilirim ki;
kedin çok şirin!'' :)

Bu ne nan? :))))) Şaka gibi!
Biz de aldık eğitim allaaaaa şükür! Hem almamış olsak ne yazar?
İnsanlık diplomayla ne zamandır ölçülmeye başlandı?
Necisin? Ev hanımı.
Evhanımlığı zor meslek, çok iyi bilirim. Saygım da sonsuz.
Takıldığım nokta; aldığın diplomaların sana, evinde kaynayan çorbaya katkısı? Sıfır! :)
Eee? Ne anladım ben bu işten?
Ne yapmamız lazım yani?
Blog sayfamızın arka planına diploma ve sertifikalarımızı mı koyalım?
Te allam yareppim :)

Canlarım ciğerlerim, yapmayın ne olur.
İster izleyin, ister izlemeyin ama bi' şey yaparken karşılık beklemeyin.
Birini takibe almaya başladığımızda orada '' sen bu kişiyi izlemeye alırsan o da seni almak zorunda'' gibi bir seçenek yok :)
Alıyorsak zevkimize, siliyorsak keyfimize.
Kime ne?

Son olarak;
Kendinizden 3. tekil şahıs olarak bahsetmeyin :)
Yapmayın, etmeyin  :)))

Görsel: Google Images

Cahillikler Kitabı / The Book of General Ignorance




Yazar: John Lloyd-John Mitchinson
Orijinal dili: İngilizce
Basım yılı: 2006
Yayınevi: NTV Yayınları

Hakikatin yolu cehaletten geçer.
Henry Suso (1300-1365)

Gerekli-gereksiz, yanlış bildiğimiz veya hiç bilmediğimiz 210 (+8 Türkiye ek sorusu) sorunun cevabını bulabileceğimiz çabuk okunan, eğlencelik bir kitap.
Örnek soru vermem gerekir ise;

Flamingolar neden pembedir?
Nuh'un gemisinde kaç koyun vardı?
Kurşun kalemi emerseniz ne olur?
Aborjin dilinde kanguru ne anlama gelir?
Sinderellanın ayakkabısı neyden yapılmıştır?
Teflon nasıl keşfedildi?
Alkolün beyin hücreleri üzerindeki etkisi nedir?
Maddenin kaç hali vardır?
Su ne renktir?
Amerika adını nereden almıştır?
Ay nasıl kokar?
Sfenks'in burnunu kim kırdı?

bu ve buna benzer soruların cevabını veren, çerez niyetine okunabilecek, bir gün herhangi bir yerde artistlik yapabilmek için beyninize gerçekten enteresan bilgiler depolatacak, buram buram Amerikan kültürü kokan, belli bir konusu-kurgusu olmadığı için oku-bırak yöntemiyle uzun zamanda okunabilecek bir kitap.

Her gün boş zamanım olduğunda açıp 3-5 soru ve cevabını okuyarak ''hmmm, bu ilginçmiş'' dediğim ve bazı soruları bilip bilmememin bana zerre kadar katkısı olmayacağı için okumadan atladığım, okunmaz ise kaybedilecek çok şeyin olmadığı, okumanın ise size inanılmaz şeyler katmadığı, daha önce de söylediğim gibi, yolculukta, metroda, uykunuz kaçtığında eğlenceli bir şekilde zaman öldürmenizi sağlayacak bir kitap.

''Amerikalılar için yazılmış'' dememizi engellemek için - bir nevi bize, bizim dikkatimize uyarlama amacıyla Türkiye baskısında Necdet Sakağolu ve Nuran Yıldırım Türkiye ile ilgili sekiz soru hazırlayıp cevaplamışlar.

Aralara serpiştirilmiş ilginç sözler benim daha çok ilgimi çekti.
Mesela;
Burnumuzun ucundaki şeyi görmek sürekli mücadele gerektirir.
George Orwell

Uzay hiç de uzak değildir;
Arabanız dümdüz yukarı gidebiliyor olsa sadece bir saatlik yol.
Fred Hoyle

Son derece sert olan üç şey vardır;
Çelik, elmas ve kendini bilmek.
Benjamin Franklin

Bazen bir sorunun cevabı içinde, çok ilginç ama bilmenin sizi mutlu edeceği bir bilgiyle karşılaşabiliyorsunuz;
''Bilinen en büyük elmas 4.000 km boyundadır ve on milyar trilyon-trilyon karattır.
Doğrudan Avustralya'nın üzerinde (sekiz ışık yılı uzakta) bulunan bu elmas Erboğa takımyıldızındaki ''Lucy'' yıldızındadır.
Lucy adını Beatles'ın ''Lucy in the Sky with Diamonds''adlı şarkısından aldı; teknik adı ise beyaz cüce BPM 37093'tür.
Beatles'ın şarkısı bu adı John Lennon'un oğlu Julian'ın 4 yaşındaki  arkadaşı Lucy Richardson'ı çizdiği bir resim üzerine aldı.''

Enteresan bilgiler değil mi? :)

Arka kapak yazısını yazayım da tam olsun;

''BİLDİĞİNİZİ DÜŞÜNDÜĞÜNÜZ HER ŞEY YANLIŞ.
Dünya'nın yedi tane uydusu vardır.
Bütün insanların dört burun deliği vardır.
Buhar makinesi eski Yunan'da icat edildi.
Bir mavi balinanın yutabileceği en büyük şey greyfurttur.
Şu ana dek ölmüş olan bütün insanların yarısını dişi sivrisinekler öldürmüştür.
Dünya'daki en uzun dağ Mauna Kea'dır.
İnsanın en az dokuz duyusu vardır.
Maddenin 15 hali vardır.
Su mavidir.
Amerika adını Amerigo Vespucci'den değil, Richard Ameryk'ten almıştır.
Uzaya giden ilk hayvan meyve sineğidir.
Panter diye bir şey yoktur.
38 Osmanlı padişahı vardır.''

Görsel: Google Images

G.O.R.A.


Yönetmen: Ömer Faruk Sorak
Senaryo: Cem Yılmaz
Oyuncular: Cem Yılmaz, Ozan Güven, Rasim Öztekin, Özge Özberk, Şafak Sezer, Özkan Uğur, Erdal Tosun, Cezmi Baskın, İdil Fırat, Engin Günaydın
Tür: Komedi | Bilim Kurgu
Dili: Türkçe
Yapım yılı: 2004
Vizyon tarihi: 12.11.2004
Süresi: 127 dakika
BKM Film | Böcek Yapım
IMDb puanı: 7.4
Benim notum: 8

Aradan geçen onca yıla rağmen hala güldürmeyi-gülümsetmeyi başarabilen, dillere pelesenk olan birbirinden renkli diyalogları barındıran ''Bir Uzay Filmi''

Halı ve hediyelik eşya dükkanı sahibi ''uyanık'' satıcı Arif'in sırf para kazanabilmek uğruna, UFO konusuyla ilgilenen birine satmaya çalıştığı sahte fotoğraflarla başlayan ve uzaylılar tarafından kaçırılmasıyla devam eden hikayesi.

Dilimize;
UFO gören masum köylü,
Ateş-su-toprak-tahta,
Götünüzden element uydurmayın!
vb. bir çok tü-kaka cümleyi bırakıp geçmiştir :)

Editör: (Elindeki, Arif'in ona kakalamaya çalıştığı sahte UFO'lu resimlere büyüteçle baktıktan sonra)Bu resimler feyk.
Arif: Neyk?
Editör: Feyk ulan feyk, yani sahte, bak burda eşek kadar ''Kütahya Porselen'' yazıyor.
Arif: Ee, bunu Kütahyada çektim ben, ne var bunda?

''Seçilmiş adam nedir ya? Dükkanı bırakıp gelmişim zaten.''

''Arif: Devlet dairesine çevirdiniz ha, ordan oraya ordan oraya. Oturuyor muyuz, ayakta mı?
Uzaylılar: Otur! - Otur!
Arif: Peki oturdum.
Uzaylılar: Anlat! Anlat!
Arif: Peki anlatayım;
Malı Arap Faik'ten alıyorduk, Karagümrük'te yükleme yapılıyordu.
Adana'ya kadar da ben kullanıyordum kamyonu.''
Uzaylılar: Ne diyosun??!!!!
Arif: Esas sen ne diyosun kardeşim? Sen kaçırdın sen anlatıcan, ben dinleyecem, kafamda bin tane şey var zaten.
Uzaylılar: Agresif! - Agresif!''

''Arif: Bu gül bana mı canım?
Amerikalı: Sana canım.
Arif: Nedir amacımız bunu göndermekle, uzaylılara karşı bi sinerji yaratalım, dostluk olsun mu?
Amerikalı: Kızma canııım, gel otur şöyle. (Dizini göstererek)
Arif: (Sinirli) Sen ne havalı şeysin lan, Cosby show. Amerikalıların bir lafı vardır bildin mi?
Amerikalı: Neymiş o?
Arif: Fuck You!''
(Karambolde duyulan tek şey; ırkçılık yapmayın lan, ırkçılık yapmayın!)

Arif: Ya bi'şey sorucam, senin yüzüne ne oldu ya?
Rendroy: N'ooooolmuş?
Arif: He işte onu diyorum n'olmuş,?

''Arif: Kafanızı kullansaydınız o taşların doğada bulunan dört elementi simgelediğini anlardınız; Ateş-Su-Toprak-Tahta.
Logar: Tahta mı? Hava olmasın?
Arif: Kardeşim doğada bulunan diyoruz!
(Tahta açılmayınca)
Arif: hava evet biri ordan hava dediydi... Ne tahtası lan, götünüzden element uydurmayın!''

''Get up, stand up, don't give up the fight!''

''Bob Marley Faruk: Belki osurmaya programlanmıştır''

''Garavel: İçindekini çıkarıcaz Arif, sende olanı sana koyucaz.
Arif: Hocam böyle manalı laflar ayıp olmuyor mu?''

''Garavel: Daha önce ka-fa 1500 kullandın mı?
Arif: Yani, yalan olmasın, hayır.''

''216: Arif!
Arif: He?
216: Yine eyvah!''

''Amerikan sineması sözüm sana; yıllarca uzaylıyı başka tanıttın, onu bir öcü gibi gösterdin ama unutma, uzaylı da olsa insan insandır.''

Görsel: Google Images

Aşk


Yazar: Elif Şafak
Çeviri: Kadir Yiğit Us
Orjinal dili: İngilizce
Basım yılı: Mart 2009
Yayınevi: Doğan Kitap

Arka Kapak Yazısı:
''Ya ortasındasındır AŞK'ın merkezinde; ya da dışındasındır, hasretinde..
Ella Rubinstein, 40 yaşında Amerikalı bir ev kadınıdır. Tipik burjuva değerlerinin hâkim olduğu oldukça varlıklı bir ailesi, düzenli ve görünüşte 'sorunsuz' bir evliliği vardır. Üç çocuğunu da büyüttükten sonra bir yayınevinde editör-asistanı olarak iş bulur; görevi A. Z. Zahara adlı tanınmamış bir yazarın tasavvuf felsefesini konu alan tarihi romanını değerlendirmektir.

Ancak hayatının kritik bir döneminde eline aldığı bu kitap, hiç beklemediği bir şekilde Ella'yı derinden sarsacak, dünyevi aşkı keşfetmek adına zorlu ve tehlikeli bir yolculuğa çıkmasına neden olacaktır.

Hayatlarımızın durgun gölünü dalgalandıran taş misali, yüzleşmek zorunda olduğumuz sıkıntılar, acılar… ve aşkın peşinde kat etmek zorunda olduğumuz zorlu yollar, ödediğimiz bedeller…
Aşk… kitap içinde bir kitap, hayatın anlamı peşinde bir aşk macerası…
Aşk… Elif Şafak'tan arayışa, gerçeğe ve keşfetmeye dair bir roman.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Bir taş, nehre düşmeye görsün, pek anlaşılmaz etkisi. Hafiften aralanır, dalgalanır suyun yüzeyi.Belli belirsiz bir tıp sesi çıkar; duyulmaz bile akıntının ortasında, kaybolur uğultuda. Hepi topu budur olacağı.
Ama bir de göle düşsün aynı taş... Etkisi çok daha kalıcı ve sarsıcı olur. O taş var ya o taş, durgun suları savurur. Taşın suya değdiği yerde evvela bir halka peyda olur; halka tomurcuklanır; ol tomurcuk çiçeklenir, açar da açar, katmerlenir. Göz açıp kapayıncaya dek, ufacık bir taş ne işler açar başa. Tüm yüzeye yayılır aksi, bir bakmışsın ki heryeri kaplamış. Çemberler çemberleri doğurur, ta ki son çember de kıyıya vurup yok oluncaya dek.
Nehir alışkındır karmaşaya, deli dolu akışa. Zaten çağlamak için bahane arar ya, hızlı yaşar, çabuk taşar. Atılan taşı içine alır; benimser, sindirir ve sonra da unutur kolaylıkla. Karışıklık onun doğasında var, ne de olsa. Ha bir eksik ha bir fazla.
Gel gelelim göl hazır değildir böyle aniden dalgalanmaya. Tek bir taş bile yeter onu altüst etmeye, ta dibinden sarsmaya. Göl, taşla buluştuktan sonra, bir daha eskisi gibi olmaz, olamaz.''

''Doğu'dan Batı'ya, Kuzey'den Güney'e yedi iklimi gezer, dağda bayırda Hakkı ararım Hak için. Yaşanmaya değer bir yaşamın peşindeyim; ve bir de, bilmeye değer bilginin. Köksüzüm, yurtsuzum. Kendimi O'nda yok ettiğimden beri, ölmeden evvel öleli, başlangıçsız ve sonsuzum. Ne pejmürdeyim ne gariban. Ne kimselere muhtacım ne de kimseye buyuran. Ancak rüzgarda kuru bir yaprak sanmayın beni. Ağzı var dili yok dervişlerden değilim. Ben bizzat istediği istikamete efil efil esen karayelim.''

1. kural: Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet 'Tanrı' dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok, eğer, 'Tanrı' dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.

Hep aynı yere kök salmış, hayatından bıkmış evli barklı kadınların kırk kuralı

1. kural: Sen sen ol, aşkı arama! Aşktan daha mühim şeyler var hayatta.

''Can yumurtası
Kabuğunda uçamazsın;
Korkmadan kır yumurtanı
Selametle uçacaksın!''

''Kim olursak olalım, dünyanın hangi yerinde yaşarsak yaşayalım, ta derinlerde bir yerde hepimiz bir eksiklik duygusu taşımaktayız. Sanki temel bir şeyimizi kaybetmişiz de geri alamamaktan korkuyoruz. Neyin eksik olanını bilenimiz ise hakikaten çok az.''

''Şüphe fena bir şey değil ki. Şüphedeysen, hayattasın demektir. Arayıştasın.''

''Her kelam her kulağa uymazmış.''

''İnanç aşk gibidir. İspat istemez. Mantıksal bir açıklama beklemez. Ya vardır ya da yok.''

''Akıl ve mantığın hudutları gayet keskin olabilir. Ama aşkta tüm sınırlar ve ayrımlar silikleşir.''

''Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi  aşk peşinde mi koşmalı mıyım mecazi mi, yoksa dünyevi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. AŞK'ın ise hiç bir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlıbaşına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır hasretinle...''

Görsel: Google Images

Le Petit Prince / Küçük Prens


Yazar: Antoine de Saint-Exupéry
Orijinal dili: Fransızca | İngilizce
Basım yılı: Nisan 1943

Çocukluğun düşünme biçimindeki basitlik ve bilgelik, büyüdükçe yitirilen masumiyet, dostluk, sevgi, dürüstlük vb. yüzlerce kavramı içine sığdıran bir başyapıt.
Gelmiş geçmiş en derin, en anlam yüklü  felsefe kitaplarından biri olmasına karşın ne yazık ki sadece ismi sebebiyle on binlerce kişinin gözünde çocuk kitabı olmaktan öteye gidemediği için okunmamış, "büyüklere" yazılmış kitap.

Altını Çizdiğim Cümleler:
”Şu büyüklere her şeyi tek tek açıklamak gerekir hep”

”Büyükler hiçbir şeyi kendiliklerinden anlamıyorlar. Onlara hep bir şeyleri açıklamak zorunda olmak ne kadar da sıkıcı bir şey çocuklar için.”

”Ne farkeder ki?” dedi küçük prens. ” Nasıl olsa her şey  küçücük benim yaşadığım yerde.”Sonra da ekledi; sesi biraz üzüntülü gibiydi: ”Burnunun doğrusuna gitse de kimse fazla uzağa gidemez orada…”

”Büyükler sayılara bayılırlar. Yeni bir arkadaş edindiniz diyelim: onun hakkında asla asıl sormaları gerekenleri sormazlar. ”Sesi nasıl?” demezler örneğin, ya da. ”Hangi oyunları sever? Kelebek koleksiyonu var mı?” diye sormazlar. Onun yerine ”Kaç yaşında?” derler. ”Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?” Ancak bu sayılarla tanıyabileceklerini sanırlar arkadaşınızı.
Eğer büyüklere ”Güzel bir ev gördüm, kırmızı tuğlalı: pencerelerinden sardunyalar sarkıyor, damında ise kumrular var” derseniz, nasıl bir evden söz etmekte olduğunuzu bir türlü anlayamazlar. Ne zaman ki onlara, ”Yüz milyonluk bir ev gördüm” derseniz, işte o zaman size, ”Oo, ne kadar güzel bir evmiş!” derler gözlerini koca koca açıp.”

”Arkadaşı unutmak çok üzücü bir şey. Herkesin arkadaşı olmamıştır. Arkadaşımı unutursam, kendimi o, sayılardan başka bir şeye değer vermeyen büyükler gibi hissederim sonra.”

”Ufak bir işi ertesi güne bırakıvermenin pek sakıncası olmaz çoğu kez,” diye ekledi. ”Ama baobaplar ertelenirse felaket! Tembel birisinin yaşadığı bir gezegen biliyorum. Adamcağız yalnızca üç küçük fideyi sökmeye üşendiydi de…”
”Aman çocuklar.” diyorum, ”baobaplara dikkat!”

”Biliyor musun? İnsan günbatımını en çok üzgün olduğunda seviyor.”

”İnsan herkesten verebileceklerini istemeli. Bir otoritenin kabul görmesi mantıklı olmasına bağlıdır.”
”O halde kendini yargılayacaksın,” dedi kral. ”En zoru da budur. Kendini yargılamak başkasını yargılamaya benzemez. Eğer kendini yargılamayı başarabilirsen, o zaman gerçek bilgeliğe ulaşmışsın demektir.”

”Onu yargılayabilirsin. Zaman zaman ona ölüm cezası verirsin. Böylece yaşaması sana bağlı olur. Ama onu hep bağışlarsın. Tutumlu davranmalıyız, çünkü elimizde başkası yok.”

”Coğrafya kitapları, kitaplar içinde en önemli olanlarıdır. Hiç bir zaman eskimezler. Bir dağın yer değiştirdiği çok enderdir. Bir okyanusun sularının çekilmesi de. Biz kalıcı şeyleri yazarız.”

”Yanıtını almadan bir sorunun peşini bırakmazdı hiçbir zaman.”

”İnsanlar nerede? diye söze başladı. ”Çölde insan yalnız hissediyor kendini…”
”İnsanların arasında da yalnızdır insan”, dedi yılan.”

”Küçük prens, ”İnsanlar nerede? diye nazikçe sordu.
Çiçek bir kez bir kervanın geçtiğini görmüştü.
”İnsanlar mı? dedi. ”Sanırım onlardan altı ya da yedi tane var. Bir kaç yıl önce görmüştüm. Ama nerede olduklarını kimse bilemez. Rüzgar sürüklüyor onları. Kökleri yok, bu yüzden de yaşam onlar için güç.”

”Evcil ne demek?”
”Genellikle ihmal edilen bir iş,” dedi tilki. ”Bağlar kurmak anlamına geliyor.”
”Bağlar kurmak mı?”
”Tilki ”Yani” dedi, ”örneğin sen benim için hala yüz bin öteki çocuk gibi herhangi bir çocuksun. Benim için gerekli değilsin. Senin için de aynı şey. Ben de senin için yüz bin öteki tilkiden hiç farkı olmayan herhangi bir tilkiyim. Ama beni evcilleştirirsen, birbirimiz için gerekli oluruz o zaman. Benim için sen dünyadaki herkesten farklı biri olursun. Ben de senin için eşsiz benzersiz olurum…”

”İşte sana bir sır, çok basit bir şey: İnsan yalnızca yüreğiyle doğruyu görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez.”

”Yalnızca çocuklar neyin peşinde olduklarını biliyorlar,” dedi küçük prens. ”Paçavradan bir bebekle saatlerce oynarlar ve o bebek çok önemli olur onlar için ve eğer birisi onu ellerinden almaya kalkarsa ağlarlar…”

”Çölü güzel yapan” dedi küçük prens, ”bir yerlerde bir kuyuyu gizliyor olması…”

”Yaşadığın yerdeki insanlar,” dedi küçük prens, ”bir bahçede beş bin gün yetiştiriyorlar, ama asıl aradıklarını bulamıyorlar yine de.”
”Bulamıyorlar,” diye yanıtladım.
”Ve, aradıklarını  tek bir gülde, ya da birazcık suda bulabilirler.”
”Doğru,” dedim.
Küçük prens ekledi:
”Ama gözler kör, yüreğiyle bakmalı insan…”

”Ve geceleri gökyüzüne bakarsın. Her şeyin çok küçük olduğu gezegenimin yerini gösteremem sana. Belki de böylesi daha iyi. Yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. Böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin…”

”Gökyüzüne bakın, Kendi kendinize sorun: Yedi mi? Yemedi mi? Ne kadar çok şeyin değiştiğini göreceksiniz…
Hiçbir büyük bunun ne kadar önemli bir sorun olduğunu anlayamaz!”


Görsel: Google Images
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...