Darağacında Üç Fidan



Yazar: Nihat Behram
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 1987 / 2005
Yayınevi: Everest Yayınları

Tarih tekerrürden ibaret derlerdi...
Doğruymuş.

Arka Kapak Yazısı:
"1968'ler. Yazılı tarihin en barbar asrının en umutlu, en ışıklı, en cesur günleriydi. Coşkun bir devrimci dalganın bütün dünyayı sarstığı, onlarca ülkede milyonlarca insanın ayağa kalkarak, "Gerçekçi ol, imkânsızı iste," diye haykırdığı günlerdi...

Böyle bir dünyada, Denizler de özgürlük bayrağını Türkiye'de yükseklere taşıdılar. ABD'ye, NATO'ya, yurtlarını yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekmek isteyenlere en iyi cevabı eylemleriyle, yürüyüşleriyle, cesaretleriyle verdiler.

Ve egemenler, bu özgürlük kabarışının intikamını 12 Mart karanlığında üç gençten çıkarmak istediler. Somut hiçbir yasal dayanak olmadan Deniz'i, Yusuf'u, Hüseyin'i ve nice arkadaşlarını idamla yargılayıp, "Asalım, asalım!" çığlıklarıyla darağacına göndererek özgürlük ve bağımsızlık mücadelesini boğmaya çalıştılar...

Baskı altında geçen yirmi iki yılın ardından, bu yeni basımıyla Darağacında Üç Fidan'ı sunarken, bugün koyu bir karanlığın ve ahlâksızlığın içine itilmek istenen yurdumuzda, gözlerimizde hâlâ bir umut ışığı, darağaçlarında "solmayan" üç fidanın anısı önünde saygıyla eğiliyoruz..."

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Uğruna ölüme gidilen şey kendini karanlıkta bir ışık gibi hissettirir."

"Faşist uygulamaları, tarih kimsenin gözünün yaşına bakmadan değerlendirecektir."

"İnfaz haberini veren spikerin, -haberi okurken sesi titredi- diye işten uzaklaştırılması, dönemin baskı ve sansürünün boyutları hakkında fikir verir."

"İnançları uğruna ölümün eşiğinde bükülmeden duranları, varolalı beri tanır dünyamız. Çünkü bazı ölüler dünyanındır."

"Milyarla yıldız arasında tanırım onu çünkü seyredince güzelleşir sevginin ışıltısı binlerce gözüm var binlerce şafak halindeyim anlamak istediğim şeyin karşısında, çünkü anlamak zorundayım;
her sevinç kolayca ele geçmez
insan her acının sahibi değildir,
gökyüzü ve nehirler olmasa toprak da anlaşılmaz
ve hayatın kararı kesin:
son ana kadar onurunu koruyanlar yaşayacak
söylenecek son söz kahramanca olmalıdır."

"Toplumların tarihi, ezenler ve ezilenler arasındaki mücadelelerin tarihidir."

"Dışarı çıktık...
Dışarda aynı gün, aynı dünya, aynı insanlar. Ve ilk kez o gün anladım, bir odanın, bir evin, bir sokağın, bir şehrin bir insana düşmanca bir acı verebileceğini."

"Bir de, o dönemde bazı davalar vardı ki, sanıkları düzmece olarak bir araya getirilmiş; olaylarla hiçbir ilgisi olmayan bu insanlar çok ağır suçlamalarla yargılanmaya başlanmıştı."

"Kuvvetler ayrılığı sistemi içinde yer alan üç güç kaynağından birinin veya her üçünün, yani YASAMA, YARGI, YÜRÜTME organlarının vazife göremez hale getirilmesi, ya da buna cebren teşebbüs olunmasıyla suçun manevi unsuruna vücut verilmiş olur. YÜRÜTME gücünün yargı bağımsızlığını, özellik ve öncelikle siyasi amaçlarla, yok etmesi, yahut denetim altına alması, anayasanın iktidar partisi tarafından ihlalidir."

"Siyasal yargılamalarda verilen kararların biçimsel hukuka uygunluğu, kamu vicdanını tatmin etmeye yetmemektedir.
Halkın ve tarihin hükmü çoğu kez mahkeme kararlarını geçersiz kılmakta mahkum edilenlerin değil, mahkum edenlerin suçlanmasına yol açmaktadır."

"Siyasal yargılamalarda hüküm verenler çoğu kez hem davacı hem de yargıç durumundadırlar. Gerçekten yargıçların da siyasal, toplumsal ve ekonomik düzeni yaratan ve süregelmesini savunan görüşleri benimsemeleri mümkündür. Kendi ideolojik anlayışlarının karşısına çıkanların yargılanmasında (şartlandırılmış) kafalarının etkisinde kalmamaları olanaksızdır. Başka bir deyimle yargıçlar çoğunlukla siyasi davalarda tarafsız kalamazlar. Kendileri de sanıkların eylemlerinden şikayetçi ve davacıdırlar."

"Kamuoyunu tek taraflı oluşturmak için radyo ve televizyon faşist ideolojinin emrine verilmiş, onlarca sayfa tutan iddianameler radyodan günlerce okutulmuş, buna karşılık yargılananların sorgu ve savunmalarından tek kelimeyle söz edilmemiştir.
Gazeteler kapatılma tehdidi altında tutulmuş, tarafsız görev yapmaları engellenmiştir."

"Ve bu tür davalar, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin kapanmaz. Bir dava hükümle biter, ancak böyle davalar bitmez. Çünkü bir dava, hükmün verilmesine ve cezanın infaz edilmesine rağmen, kamuoyunda kabul edilmiyor, tartışılıyorsa o dava kapanmamıştır. Çünkü davanın sanıkları idam edilmelerine rağmen, suçlamalar hala devam ediyorsa o dava kapanmamıştır. Suçlamalar sürdükçe savunmalar da sürer gider ve bunun kadar haklı bir şey olamaz.
Ve bu dava, -ölüm cezası- gibi, en azından insan hayatını ilgilendiren bir dava ise, insan hayatını savunmak sürer gider."

"En uzun günüydü ömrümün bir yanı sabır bir yanı tınmaz bir yanı kahır bir yanı kanmaz
bir kez daha sığınarak kendi yüreğime kendi şehrimde yeniden başlıyorum yazmaya yeniden ve yine yapayalnız..
Ömrüm senden özür diliyorum!"

Görsel: Google Images

Ölü Ozanlar Derneği / Dead Poets Society


Yazar: Nancy H. Kleinbaum
Çeviri: Gül Yılmaz
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 1989 / Türkçe İlk Baskı: 2003
Yayınevi: Nokta Yayınları

Filmini daha çok sevdiğim nadir kitaplardandı.
Çünkü filme ruhunu Robin Williams vermişti...

Arka Kapak Yazısı:
"Todd Anderson ve arkadaşlarının Welton Akademisi'ndeki yaşamları, yeni İngilizce öğretmenleri Bay Keating'in gelmesiyle birlikte inanılmaz biçimde değişir. Bay Keating onlara olağanüstü ve farklı bir hayatın kapılarını açar. Ondan etkilenen yedi arkadaş, Ölü Ozanlar Derneği'ni tekrar faaliyete geçirirler. Bu gizli dernekte ailelerin baskı ve beklentilerinden uzakta tutkularını özgürce yaşayabilmektedirler. Keating onları ünlü ozanların büyük eserleriyle tanıştırdığında yalnızca dilin güzelliğini öğrenmekle kalmayıp, yaşamın her ne kadar önemli olduğunu da ayrımsamışlardır."

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Çocuklar kalkarak Onur Salonu'nun duvarlarını kaplayan sınıf resimlerine doğru yürüyerek, geçmişten onlara bakan genç adamların yüzlerine  baktılar.
"Hiç birinizden farkları yok, değil mi? Gözlerindeki umut sizin gözlerinizde de okunuyor. Geleceğin kendileri için harika şeyler getireceğini düşünüyorlar, aynı çoğunuzun düşündüğü gibi. Peki çocuklar bu gülücükler şimdi nerede? Umutları ne oldu?"

"Örneğin lisan ve sözcüklerden tad almayı öğreneceksiniz. Çünkü kim ne derse desin, sözcük ve fikirler dünyayı değiştirebilecek güce sahiptir."

"Kişi şiir okur çünkü insan ırkından gelir, insan ırkına ise tutku yön verir!
Tıp, hukuk, bankacılık -hepsi de iyi bir yaşam sağlamak için gereklidir.
Peki ya şiir, romantizm, aşk ve güzellik? İşte bunlar da bizim yaşama sebeplerimizdir!"

"Ölü Ozanlar Derneği yaşamın iliğini özümsemek amacıyla kurulmuş bir dernekti."

"Neil yine bazı yerleri atlayarak devam etti: "Ve ecel geldiğinde ancak farketmemek için hiç yaşamamış olduğumu."
Knox ayağa kalktı. Neil ona kitabı uzattı. Knox kitabın başka bir sayfasını açarak okumaya başladı: "Eğer bir insan düşlerinin yönetiminde gizlice ilerlerse, bir gün hiç beklenmedik bir anda başarıyla buluşur."

"Büyük hayalleri olanlar tacı elde ederler."

"Önyargılardan, alışkanlıklardan ve etkilerden kendimizi nasıl soyutlayabiliriz? Bunun cevabı sevgili gençler, her zaman yeni bir bakış açısı bulmaya gayret etmemiz gerektiğidir"

"Herkes yerine döndüğünde tekrar konuşmaya başladı: "Eğer bir şeyden eminseniz, buna bir de başka bir açıdan bakmaya zorlayın kendinizi. aptalca veya yanlış olduğunu düşünseniz bile, yapın bunu.
Bir şey okurken yalnızca yazarın düşüncelerini dikkate almakla kalmayın, bu konuda kendinizin de ne düşündüğünü tartın. Kendi benliğinizin sesini bulmaya çalışmalısınız çocuklar. Buna başlamak için ne kadar çok beklerseniz, onu bulmanız da o kadar güçleşir."

"Gerçek, altında ayağımızın buz kestiği bir yorgana benzer!
Birkaç kişi gülüştü. O ana kadar Todd'un derin bir acı ifadesi okunan yüzünde derin bir öfke belirdi. "Hepsinin canı cehenneme!" diyerek onu yatıştırmaya çalıştı Keating. "Bize şu yorgandan biraz daha söz et."
Todd gözlerini açtı, sınıfa baktı ve kışkırtıcı bir tonla konuşmaya başladı: "Bu yorganı ne kadar çekiştirsek, ne kadar düzeltsek, yine de bizi tamamen örtmez.
"Devam et!"
"Onu tekmelesen de, yerden yere vursan da hiç bir zaman yeteri kadar..."
"Durma!" diye bağırdı Keating.
"Ağlayarak dünyaya geldiğimiz andan,..." diye bağırdı Todd. Sözlerine devam etmek için büyük bir çaba harcıyordu, "...ölüm bizi bu dünyadan çekip alana kadar, ne kadar ağlayıp sızlasak da ayaklarımız hep açıkta kalır!"

"Büyüme çağındayken babam beni nasıl çağırırdı biliyor musun? 5,98 diye! İnsan vücudundaki bütün kimyasal maddeleri şişeleyip satsan, değeri ancak bu kadar edermiş. Vücudumu geliştirmek için her gün çalışmazsam, değerimin hep bu kadar kalacağını söylerdi babam!"

"Gençler, hepimizin içinde başkaları tarafından benimsenme dürtüsü vardır. Ne var ki, içinizdeki tek ve farklı olan şeye, bu size aptalca görünse bile, güvenmelisiniz. Aynı Frost'un söylemiş olduğu gibi:
'Ormanın içinde kesişen iki yol vardı ve ben en az ayak olan yolu seçtim. İşte farklılık budur."

"Beyler," diyerek sözlerine başladı. "Bugün size, üniversiteden mümkün olduğunca çok yarar sağlayabilmeniz için gerekli olacak bir yetenekten söz etmek istiyorum - okumadığınız kitabı çözümleyebilmek."

"Ormana gittim, çünkü bilinçli yaşamak istiyordum. Hayatı tatmak ve yaşamın iliğini özümsemek istiyordum! Yaşam dolu olmayan her şeyi bozguna uğratmak için. Ve ecel geldiğinde fark etmemek için hiç yaşamamış olduğunu."Bir yarın düşleriz hep, bir türlü bugüne kavuşmayan
Bir zafer düşleriz hep, aslında gerçekleşmesini istemediğimiz.
Yeni bir gün düşleriz, yeni bir gün başlamışken bile
Kavgalardan kaçarız, uğruna dövüşmemiz gerekse de"
Todd başıyla işaret edince diğerleri de bir ağızdan okudular: "Ve biz hala uyuyoruz." Todd devam etti:
"Çağrıları duyarız, ama gerçekten önemsemeyiz asla
Gelecek için umutlanırız,
ama gelecek bir plandan ibarettir yalnızca.
Bilgeliği düşleriz,
ama her gün kaçıp uzaklaşırız yanından.
Bir kurtarıcı gelmesi için yalvarırız,
ama bizim elimizdedir kurtulmak."
"Ve biz hala uyuyoruz."
"Ve biz hala uyuyoruz. Ve biz hala yakarıyoruz. Ve biz hala korkuyoruz."

Görsel: Google Images

Sil Baştan / Replay


Yazar: Ken Grimwood
Çeviri: Seçil Ersek
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 1986 / Türkçe İlk Baskı: 2010
Yayınevi: Koridor Yayıncılık

Hayatınızı tekrar, tekrar ve tekrar yaşamak zorunda kalsaydınız...

Yukarıdaki cümleyi üç kez , sindirerek okuyun ve şu soruyu sorun kendinize; ne yapardınız?
Bu kitabı okuyuncaya dek bi' kez bile aklıma gelmeyen o kadar çok şey yaparmışım ki, kendime şaştım. "Bak ben bu açıdan/bunun olabileceğini hiç düşünmemiştim!" dediğim çok nokta oldu.
Beklediğimden çok daha ilginç idi. Hele hele ayrıntıları not alıp, tekrarlamalara dikkat edildiğinde...
Çok büyük kayıp Ken Grimwood, keşke daha uzun yıllar yaşayıp daha çok yazabilseymiş.

Arka Kapak Yazısı:
"Ken Grimwood'un sıradışı eseri Sil Baştan, zihninize şu soruyu kazıyor: Geçmişte yapmış olduğunuz hataları bilerek hayatınızı tekrar, tekrar ve tekrar yaşamak zorunda kalsaydınız ne yapardınız?
43 yaşındaki Jeff Winston bu şansı birkaç kez elde eder. Heyecanını yitirdiği evliliği ile geleceği olmayan işi arasında sıkışıp kalmıştır ve hiç beklenmedik bir anda ölüverir. Tekrar hayata gözlerini açtığında ise takvimler 1963 yılını göstermektedir. O sabah 18 yaşında, üniversite yatakhanesinin duvarlarına bakarak uyanır. Her şey eskisi gibidir... tek bir fark dışında: Jeff geleceği avcunun içi gibi bilmektedir. Futbol ligi final maçlarından at yarışlarına kadar kimin kazanacağını, Wall Street'te köşeyi dönmek için hangi şirketlere yatırım yapmak gerektiğini... Yalnız, bilmediği bir şey vardır: Neden hayatını sil baştan yaşamak zorundadır? Sevdiği her şeyi ve herkesi kazanıp kaybetmeye daha ne kadar devam edecektir?
Birçok dile çevrilen ve listeleri alt üst eden Sil Baştan hayatın karmaşık döngüsünü sorgularken hayal gücünüzü de sonuna kadar zorluyor."

"Ve şimdi reklamlar!" kısmını kestim attım :)

Altını Çizdiğim Cümleler:
"İhtiyacımız olan, ihtiyacımız olan şey... konuşmak, diye düşündü. Birbirimizin gözlerinin içine bakıp şunu söylemek: Yürümüyor. Hiçbir şey, romantizm ya da tutku ya da görkemli planlar. Hepsi boşa çıkıyordu ve suçlanacak hiç kimse yoktu. Bu böyleydi, o kadar.
Fakat, tabii ki bunu asla yapmayacaklardı. Başarısızlığın özü de buydu, daha derin ihtiyaçlarından nadiren konuşmaları ve her zaman aralarında duran o eksiklik hissinin lafını açmamaları."

"Etrafı karanlık ve çığlıklarla çevrilmişti. Bir çift el sağ kolunu kavradı, tırnakları elbisenin kumaşından içeri batıyordu.
Jeff karşısında Cehennem'in bir resmini gördü: Ağlayan çocuklar, etrafta koştururken çığlık çığlığa bağırıp tökezliyor, yüzlerine, ağızlarına, gözlerine saldırıp gagalayan siyah ve kanatlı yaratıklardan kaçamıyorlar...
Sonra mükemmel güzellikteki sarışın bir kadın iki küçük kızı bir arabaya çekiyor ve saldırıdan kurtarıyor. Bir film izlediğini fark etti Jeff, bir Hitchcock filmi, Kuşlar.
Kolundaki baskı sahnenin yoğunluğuyla birlikte azaldı ve kafasını çevirdiğinde mahçupça gülümseyen Judy Gordon'u gördü. Sol tarafında Judy'nin arkadaşı Pamela vardı, genç Martin Bailey'in kolunun koruyucu kıvrımına gömülmüştü.
1963. Her şey yeniden başlamıştı."

"Masumiyet ne kıymetli, diye düşündü; çıldırmış bir dünyanın açabileceği yaralardan bihaber olmanın güzelliği."

"Jeff onun karşısındaki koltuğa yerleşti ve son dokuz yıldır gönüllü olarak yaşadığı sürgünü anlattı: Dünyada yetişen şeylerle olan aşırı yakınlığını, zamandaki sonsuz simetriye olan hayranlığını, tekrar çiçek açmak için solan canlı varlıklar, önceki yılın buruşmuş saplarından tekrar hayata dönen çiçekler ve bitkiler.
Pamela düşünceli düşünceli kafasını salladı, karmakarışık mandalalarından birine konsantre oldu. "Hindu'ları okudun mu?" diye sordu. "Rigveda, Upanishads!" "Sadece Bhagavad Gita'yı. Çok uzun zaman önce." "Sen ve ben, Arujna," diye alıntı yaptı kolaylıkla, "pek çok hayat yaşadık. Ben hepsini hatırlıyorum; Sen hatırlamıyorsun."

"Bildiklerimizi tarihte önemli bir değişiklik yapmak yönünde kullanmamızın imkansız oluşu. Yapabileceklerimizin bir sınırı var; bu sınırların ne olduğunu bilmiyorum ya da nasıl olduklarını ama bence var."

"Bir ay boyunca orada yalnızdım, ölmeyi bekliyordum sadece. Ve kendime söz verdim...karar verdim, o ay boyunca, bir sonraki sefer, bu sefer her şey farklı olacaktı. Dünyada bir etki yaratacak ve bir şeyleri değiştirecektim."

"İster Tanrı de, ister Ruh, ne istersen onu de. Gita'yı biliyorsun: Hatırlayan zihin uyanıktır Ruh'u bilirler. Her şeyden bihaber olanlara göreyse karanlık bir gecedir o: Bihaber olanlar kendi hayatlarında uyanıktır. Onu günışığı sanarlar. Geleceği görenler ise karanlıktır o."

"Birisi - Plato sanırım, bir zamanlar demiş ki, 'Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez.'"
"Doğru. Ama çok yakından incelenmiş bir hayat da intihara değilse bile deliliğe yol açar."
Pamela kendi ayak izleri dışında dokunulmamış olan kara baktı, "Ya da başarısızlığa," dedi sessizce."

"...Blake'ten bir mısra: "Dünyayı bir kum tanesinde görmek," diye mırıldandı, "ve cenneti bir kır çiçeğinde."
Pamela ellerini onunkilee bastırdı ve sözü yumuşakça tamamladı: "Sonsuzluğu avucunda tut," dedi, "ve ebediyeti bir saatte."

Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images

Bir Psikiyatristin Gizli Defteri / The Other Side of the Couch


Yazar: Gary Small - Gigi Morgan
Çeviri: Duygu Akın
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 2010 / Türkçe İlk Baskı: 2013
Yayınevi: NTV Yayınları

İnsan psikolojisine ve insan beyninin bilinmeyenlerine duyduğum saplantı derecesinde merak yüzünden bi' solukta okudum kitabı :)
Başucu eserim olmadı fakat "iyi ki okuma imkânı buldum'' diyebiliyorum gönül rahatlığıyla. 
Bir de, hep merak ederdim ''Psikiyatristlerde mesleki deformasyon nasıl olur acaba?" diye, bunun da cevabını bi' şekilde almış oldum bu kitapla.
Örnek vakalar, ilginç vakalar, "aynısı benim kaynımda da var" diyebileceğiniz vakalar, ekstrem vakalar...
Kitabı beğenip beğenmemeniz elbette kitaptan ne beklediğinize bağlı.

Arka Kapak Yazısı:
"Gerçek hikâyeler kurgudan çok daha tuhaftır, Dr. Gary Small da bunu gayet iyi biliyor. Psikiyatriyle ve insan beyni üstüne çığır açıcı araştırmalarla geçen 30 yıl içinde Dr. Small pek çok şey görmüş. Artık ofisinin kapılarını açmaya ve kariyerinin en gizemli, ilginç ve tuhaf hastalarını anlatmaya hazır.

Bir Psikiyatristin Gizli Defteri doktorun en şaşırtıcı vakalarının etkileyici kayıtlarından oluşuyor. Bu kitap bir psikiyatristin zihnine ve onun giderek gelişen mesleki yaşamına yapılan aydınlatıcı bir yolculuk. Kitabı okurken kendinizi, bizi insan yapan şaşırtıcı tuhaflıklar üstüne düşünürken bulacaksınız.

Sıkça komik, kimi zaman trajik ve daima etkileyici Dr. Small, sizleri kariyeri boyunca Boston'un kalabalık acil servis koridorlarından başlayıp ülke elitlerinin multimilyon dolarlık kayak localarına dek uzayan bir geziye çıkarıyor. Bu gezi sırasında birbirinden tuhaf gerçek karakterleri anlatırken, histerik körlükle, penisinin küçüldüğüne inanan bir adamla, gizli sürdürülen çifte hayatlarla ve ürkütücü derecede psikotik romantik arzularla baş ediyor. Akıl hocası kendi hastası olduğunda ise kariyeri ve kişisel hayatı tam bir döngüyü tamamlayarak Small'un kimsenin zihinsel araştırmanın ötesinde olmadığını anlamasını sağlıyor; kendisinin bile..."

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Hayatlarını zorlaştıran zihinsel sorunları olanlar da dahil ne çok insanın psikiyatriden hâlâ korktuğunu ve tedaviden kaçtığını görmek beni şaşırtıyor. Görünüşe bakılırsa insanları uzak tutan şey çoğu zaman "deli doktoruna gitmekle" damgalanmak ve bir sorunu olduğunu kabullenmek fikri olabiliyor."

"Tüm hastalar doktorlarının mesleki özelliklerini, ücretini ve tedavi politikasını bilme hakkında sahiptir ancak bu standart bilginin ötesine geçmek, hassas bir konu olabilir ve terapi sürecinde engel yaratabilir.
Verilecek şahsi bilginin miktarı konusunda psikoterapistlerin hemfikir olduğu söylenemez. Freud terapistin hasta açısından "nüfuz edilemez" nitelikte olması gerektiğini düşünürdü. Bu Freudyen yaklaşım, hastayı fantezilerini terapiste yansıtmaya teşvik eder, terapist de hastanın içsel yaşamı için bir tür ayna işlevi görürdü."

"İmkânsız gibi görünen durumlarla başa çıkabilmek için ben genelde kitap ilgime başvurur, hastaları resmi ve klinik bir tarzda tedavi etmeye yönelirdim."

"Evlilik terapisinde bir kişi yerine iki kişinin psikolojik perspektifleri ve motivasyonlarını düşünmekle kalmayıp çoğu zaman aralarında hakemlik yapmak zorunda kalırsınız."

"O zamandan bu yana incelediğim ve yazdığım tüm kitle histerisi vakalarında benim için yanıt bekleyen soru,bunların neden "daha sık" gerçekleşmediği oldu. Gerekli malzemeler -psikolojik ve fiziksel stres altında, belki aç yorgun veya her ikisi birden- hemen her gün dünyanın dört bir yanında bir araya geliyor.O halde insanları uçurumdan aşağı iten ve zihinlerinin bedenlerini toptan ele geçirmesini sağlayan o nihai tetikleyici nedir? Bu sorunun yanıtını aramayı hâlâ sürdürüyorum."

"Gordon'la beş yıldır birlikte yaşıyoruz. Bir kâğıt parçası yüzünden birbirimize daha çok bağlanacağımıza inanmıyoruz. Hem doğrusunu isterseniz ailemin benden çok, o kağıt parçasıyla ilgilenmesine de içerliyorum."
"Gordon evlenmek istese evlenir miydin?" dedim.
Anne tekrar ağlamaya başladı. "Bilmiyorum, belki. Ama evlensem bile annem yakamdan düşsün diye evlenirdim. Belki de istiyorumdur. Ne bileyim!"

"Jim'i morartmak hoşuma gitmişti ama kalkıp gittiğini görünce kendimi kötü hissettim. Anlaşılan şaka yapmayı biliyordu ama kaldırmayı bilmiyordu. Ya da kendisi üstün durumdayken rekabetçi takılmalar iyiydi hoştu ama üstünlüğü kaybedince arkasına bakmadan kaçıyordu. Ne yazık ki kariyer eğrim yükseldikçe Jim ile dostluğum neredeyse sona erdi. Bunda benim rekabetçi yanımın ne gibi bir etkisi olduğunu daima kendime sordum ama sonradan anladım ki asıl mesele Jim'in kendisiydi. Onun senelerdir konuşmadığı -biri Wall Street finansçısı, diğeri Boston'da güçlü bir dava vekili- iki tane çok başarılı erkek kardeşi vardı."

"Sağlıklı rekabet ne zaman çizgiyi aşıp insanları psikotik biçimlerde davranmaya iten sağlıksız rekabete dönüşür? Hastam için bu, hayat boyu süren bir mücadele olmuştu ve ben, acaba bebeğinin olması sorunlarını yatıştıracak mı yoksa yeniden canlandıracak mı diye düşünmeden edemedim."

"1973'te Stanford'lu psikolog David Rosenhan psikotikmiş gibi davranan üniversite öğrencilerinin psikiyatri tesislerine nasıl giriş yaptığını anlatan "Deli Yerlerde Aklı Başında Olmak Üstüne" adlı kitabını yayınladı. Bu yalancı hastalar, hastaneye yatırıldıktan sonra delilik taklidini bıraktıkları halde normal davranışları hastane çalışanları tarafından psikoz belirtileri olarak algılanmıştı. İlginç olan, asıl yatılı hastaların bunu gayet iyi bilmesiydi."

"Psikanaliz pek çok insana nevroz ve kişisel problemleri konusunda yardımcı olmuştur. Ancak sistematik çalışmalar benzeri bir tedavi yaklaşımı olan psikodinamik psikoterapinin etkinliğini kanıtlamış olsa da, psikanalizin sadece anlayışlı ve destekleyici biriyle konuşmaktan daha iyi işlediğini bilimsel olarak kanıtlamak zordur. Ayrıca psikanaliz herkes için uygun da değildir. Özellikle de şiddetli depresyonu veya psikozu olan hastalar için uygun olmaz."

"Pek çok doktorun ve halktan insanın psikiyatriye karşı önyargısının ardında korku yatar. Kendi zihinsel çatışmalarının inkârı içinde olan insanlar kimi zaman gizli psikolojik sorunlarının fark edilmesini önlemek için psikiyatristlerden kaçınır veya onlara saldırırlar. Sanki psikiyatristin böyle bir şeyi yapacak gücü varmış gibi..."

"Ortalık yerde küçük düşürülmenin de kendine özgü bir avantajı vardı, insanı görüşlerini kanıtlamaya itebiliyordu."

"Bipolar hastalar manik durumdayken fazla uyku ihtiyacı duymazlar. Üretken, enerjik, hatta genelde aşırı coşkulu ve eğlencelidirler. Ancak mani yükseldiğinde, görkemlilikleri yüzünden başları derde girebilir. Bu hastalarda ayrıca hızlı konuşma, halüsinasyon, sanrı ve agresif davranışlar da görülebilir."

"Diğer makalelerse modern ECT'nin güvenliğini ve yararlarını açıklıyor, medyanın ve ECT'yi iyileştirici bir müdahaleden çok, bir ceza gibi resmeden, One Flew Over The Cuckoo's Nest / Guguk Kuşu gibi filmlerin yarattığı algıyı yerle bir ediyordu."

"Terapide seks pek çok insan için  önemli bir meseledir. Freud seksi birincil sosyal aktivitemiz olarak görürdü ve onu basit bir cinsel birleşmenin çok daha ötesi olarak tanımlardı. Cinsellik gücün bir sembolü olabilir ve güçlü insanlar -milyarderler, politikacılar, ünlüler- fiziksel olarak çekici olmasalar bile, genelde seksi diye algılanırlar."

"Psikoz gerçeklikle ilişkiyi yitirme şeklinde tanımlanır. Psikotik insanlar halüsinasyon görebilir, yani gerçek olmayan sesleri duyabilir, görüntüleri görebilirler. Ayrıca kuruntuları, yani hatalı birtakım sabit inanışları vardır ki bunlar, düşünce izleyen Marslılar gibi paranoyak inanışlardan tutun da ünlü bir rock yıldızı, hatta İsa oldukları gibi görkemli fikirlere kadar değişiklik gösterebilen çeşitli kılıklarda ortaya çıkabilir."

"Freud mizahın kaygıyı ve bastırılmış dürtüleri azaltmaya yarayan etkili bir savunma mekanizması olduğuna inanırdı. Kahkaha bu rahatsızlık verici duyguları bir anlamda keyifli duygulara dönüştürür. Tıp ortamında kara mizah yaygındır ve bu, hekimlerin insana ağır gelen trajedi ve hastalıklarla başetmesine yardımcı olur."

"İki gerçeklik de eşit derecede sahici geliyorsa insan hangisine inanacağını nereden bilir?"

"Benim işimde mesele ne yaptığın değil, son zamanlarda ne yaptığındır."

"Gary, iyi bir psikiyatrist olmak hayattaki bankacılık, öğretmenlik vs gibi herhangi bir role alışmaktan farklı değildir. Kızını ilk kucağına aldığın anı düşün. Üstüne beyaz gömleği geçirdiğin ilk günden çok daha tuhaf hissetmişsindir kendini. Herkes ara sıra kendini rol yapıyormuş gibi hisseder. İşin anahtarı yoluna devam etmen ve o anda alabileceğin en doğru kararı almandır. Hata yapmaktan korkma. Benim en çok öğrendiğim zamanlar, hata yaptığım ve hatalarımdan döndüğüm zamanlardır."

"Freud Rüyaların Yorumu adlı kitabında bir rüyanın esas içeriğinin gizli anlamını ortaya koyabileceğini ileri sürer. Tüm rüyaların arzuların bir tatmini olduğuna inanır."

"Bazı insanlarda empati kurma zorluğu "narsisizm" gibi bir kişilik bozukluğundan kaynaklanır. Bu kişiler kendilerini kendi ihtiyaçlarına öyle kaptırırlar ki yakınlarının ihtiyaçlarına karşılık vermeyi hiçbir zaman öğrenemezler. Bazı insanlar ise psikotik bir hastalık, depresyon veya başka birtakım kişisel sorunlar yüzünden diğer insanlara yaklaşamazlar."

"Çoğumuz sosyopatik eğilimleri olan insanlarla öyle ya da böyle karşılaşırız. İnsanlara güvenmeden önce onları tanımaya çalışmamızın nedeni de budur. Empati kapasitesi olanlar bile zaman zaman antisosyal davranabilirler. Bu, kimi zaman gelir vergisi beyannamesinde küçük bir hile, kimi zaman da alışveriş sepetinde unutulan bir derginin parasını geri dönüp verme zahmetine girmeme şeklinde ortaya çıkabilir.
Ancak erkeklerin yüzde 6'sını, kadınlarınsa yüzde 1'ini etkileyen ileri sosyopatinin nedeni bilinmiyor. Bu rahatsızlık çocuklukta başlar. Yangın çıkaran ya da hayvanlara işkence eden çocuklar sosyopattır. Bu durum yetişkinlikte de kronik yalancılık ve aldatma şeklinde devam eder ve ömür boyu sürer. Antisosyal kişilik bozukluğunun şiddetine bağlı olarak semptomların bazıları ilaçlarla, psikoterapiyle veya her ikisiyle tedavi edilebilir. Ancak sosyopatinin derecesi ileriyse tedavisi yoktur."

"İnsan davranışına ilişkin genel ilkelerden birine göre olumsuz bir şeyi kendimizden çok, başkalarında görmemiz kolaydır. Bu zihinsel süreç kimi zaman terapistlere tedavi sürecinde yol gösterir. Çoğu zaman başkalarında bizi en çok rahatsız eden özellikler, kendi sahip olduğumuz özelliklerdir. Bu özellikleri başkasında görmek bizi kızdırabilir ama onları kendimizde görmeyi asla kabul etmeyiz."

"Psikiyatriste gitmekten yarar görecek pek çok insan korku ve inkâr yüzünden bunu yapmaz. Okulda ve üniversitede çeşitli konuları araştırarak yıllarımızı geçirdiğimiz halde kendimizi araştırarak birkaç saat geçirme fikri çoğumuza garip gelir. Kabul görme, değer verilme ve sevilme çabalarımız sırasında yaşadığımız psikolojik acılardan kaçmak için bazen aşırı uçlara gitmemiz hiç şaşırtıcı değildir."

Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images

Moby Dick


Yazar: Herman Melville
Çeviri: Sabahattin Eyuboğlu - Mina Urgan
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 1851 / Basım: 1987
Yayınevi: Cem Yayınevi

Yıllar önce okumuştum Moby Dick'i, çocuktum desem yeri. Yıllar yıllar sonra, birkaç ay önce sevgili arkadaşım Yerazness, Moby Dick'in tam metnini okumamı tavsiye etti; iyi ki etti!
Teşekkür ederim Ness'im :) Moby Dick, bugüne dek okuduğum en iyi kitaplar arasında yerini almış oldu böylece, sayende...

Tek itirazım Mina Urgan'a!
Öyle bir önsöz yazmış ki; yazarın hayatını özet geçmekle kalmayıp Moby Dick'in de tüm özetini çıkarmış ve önsözün kapanışını da kitabın sonunda olacakları/son sahneyi söyleyerek yapmış.
Yani, kitabı daha elinize aldığınızda bölüm bölüm neler olacağını ve romanın nasıl biteceğini bilerek okumaya başlıyorsunuz! Saçma! Okuyucuya saygısızlık! 
Bunu yapan Mina Urgan bile olsa -ki yapmaması gereken ilk kişi bi' yazar olarak kendisi olmasına rağmen- affedilmez bi' hata!
İyi ki, romanı daha önce okumuştum ve olayların akışını zaten biliyordum. Bilmesem -herkes bilmek zorunda değil- okumama gerek kalmayacaktı ve kitabın kapağını önsözden sonra kapamam gerekecekti.
Siz siz olun, bu romanı okumaya karar verirseniz önsözünü okumayın. Okuma zevkinize vuracağınız en büyük darbe - kendinize yapacağınız en büyük kötülük bu olur.

Hanimiş: geçen hafta sinemada, film başlamadan önce diğer filmlerin tanıtımları yapılırken birden ''In the Heart of the Sea'' isimli bi' filmin tanıtımı başladı, minik bi' ''Moby Dick!'' çığlığı attım. Etrafımdakilerin homurdanmalarına da aldırmadım :)
Tanıtımın sonunda ''Moby Dick'' yazısını görünce nasıl mutlu oldum, anlatamam.
Moby Dick'i birebir senaryolaştırmamışlar, alıntı yapmışlar ve film Mart 2015'te sinemalarda olacak.
Dilerim, bu güzelim romanın hakkını veren bi' film olmuştur, olmamışsa da bilet için ödeyeceğim para karşılığı kadar küfür edeceğim doğrudur!
Gönderinin en sonunda sizlerle filmin Imdb'de yayınlanan afişini paylaşacağım.

Hanimişiki: Balina avı yasaklansın! Yasaklanmalı!
Dilerim siz de en az benim kadar seversiniz Moby Dick'i...

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Bir büyü var bu işin içinde. Dünyanın en dalgın adamını, en derin hülyalara dalmışken alın; ayağa kaldırıp yürütün; bu adam, hiç şaşmadan, nerede su varsa oraya götürecektir sizi.''

''Denizci olarak bir hayli görgüm olduğu halde de gemiye ne amiral, ne kaptan, ne ahçıbaşı olarak binmek isterim, isteyenin olsun bu mevkilerin şanı şerefi. Ben kendi hesabıma, her çeşit yüksek görevin dertlerinden, sıkıntılarından tiksinirim.''

"Köle olmayan var mı bu dünyada, sorarım size?''

"Para vermekle para almak arasında da dünyanın farkı var. Para vermek, meyve bahçesindeki iki hırsızın, yani Adem ile Havva'nın başımıza açtıkları dertlerin en büyüğüdür belki de. Şaşılacak şey doğrusu: Paranın yeryüzündeki tüm kötülüklerin başı olduğunu, paralı insanın hiçbir zaman cennete gidemeyeceğini biliriz. Gene de, bize verilen paraları el etek öpüp alıveririz. Ah, nasıl da can atarız cehennemlik olmaya!"

"Bence yaşama ve ölme konusunda çok yanlış düşünüyoruz. Benim asıl özüm; yeryüzündeki gölgem dedikleri şeydir bence. Biz ruh işlerine bakarken, tıpkı güneşe suyun içinden bakan istiridyeler gibiyizdir bence; üstlerindeki ağır suyu, havaların en hafifi sanan istiridyeler gibi. Bence bedenim, asıl varlığımın tortusudur ancak. İsteyen alsın bedenimi, evet alsın; çünkü o, ben değilim.''

''Derdin dibi ne denli derinlerde olursa, sevincin tepesi de o denli yükseklerde olur.''

''Hoş, belki de gerçekten filozof olmak için, insanın, filozofça yaşadığını bilmemesi gerekir. Bir adamın filozof geçindiğini duydum mu, yediğini sindiremeyen bir kocakarı gelir aklıma; ''bu adam da midesini bozmuş olmalı'' derim.

''Bu dünyadaki her şeyin değeri, kendi karşıtıyla meydana çıkar. Hiçbir şey kendiliğinden şöyle ya da böyle değildir. Kendinizi uzun süredir ve tamamiyle rahat buluyorsanız, artık size rahatsınız denemez...''

''Ey ün kazanmak isteyen delikanlılar, şunu bilmiş olun ki, insanlardaki her yücelik bir hastalıktır aslında.''

"Çünkü herkesin din işlerine büyük bir saygı vardır bende, bu din işleri ne denli gülünç olursa olsun. Zehirli bir mantara tapan bir karıncalar cemaatini bile hor görmeye gönlüm razı değildir.''

''Biraz önce de söyledim. Onun bunun dinine bir diyeceğim yoktur benim. Kimseyi öldürmesin, kendi inancında olmayanları kötülemesin de, istediğine inansın. Ama bu inanç gerçekten bir çılgınlık haline gelince, insanı işkenceye sokup, bu dünyamızı içinde oturulamaz bir hana çevirince; böylesi dindarları bir kenara çekip bu iş üstünde konuşmanın tam sırasıdır artık.''

"Dünyanın bizi adam yerine koymamasının başlıca nedenlerinden biri, bizim mesleğimizi bir çeşit kasaplık olarak görmesi; bizi iş başında, türlü pislikler içinde çalışır bilmesidir... Doğru, kasaplıktır bizimki. Ama dünyanın her yerde ve her zaman şerefe boğduğu komutanlar da birer kasaptır, hem de en kanlı türünden. Bizim  işimizi pis görmelerine gelince, size henüz pek bilmediğiniz birçok şeyi hemen söylemek isterim. Bunları öğrenince, bir balina gemisinin, bu derli toplu dünyadaki en temiz şeylerden biri olduğunu alkışlar arasında kabul edersiniz. Ama bunu kabul etmeseniz bile, balina gemilerinin güvertelerindeki vıcık vıcık kargaşalık mı daha pistir, yoksa savaş alanlarının o anlatılmaz, o iğrenç leş yığınları mı?''

"Yaşlılar pek uyumaz. Yaşlandıkça, insan ölüme benzeyen her leyden kaçar gibidir.''

''Onun çentik çentik olmuş, buruşuk alnına iyice bakarsanız, orada daha da garip ayak izleri görebilirdiniz: Hiç uyumayan, gece gündüz yürüyen, tek bir düşüncenin izlerini...''

"Beni dinle, küçük pay düşkünü: Gözle görünen şeyler mukavvadan maskeler gibidir. Ama her olan biten şeyde, her canlı işde, her su götürmez olayda, bilinen her şeyin içinde, bilinmez bir akıl vardır. Bu akıl, kendi damgasını vurur o akılsız mukavva maskeye. Eğer insan vuracaksa o maskeye vurmalı''

"Ey önseziler, uyarmalar. Neden bir görünür geçersiniz böyle? Ama uyarmadan çok; birer belirtisiniz siz, ey üstümüze düşen gölgeler! Hatta dışardan gelme değilsiniz siz, içimizde olup bitenlerin belirtilerisiniz; çünkü asıl içimizdeki gerçektir bizi sürükleyen.''

"Eskiden doğan güneş beni coşturur, batan güneş dinlendirirdi. Geçti o günler. O güzel ışık, aydınlatmıyor artık beni. Her güzellik bir sıkıntı benim için; çünkü hiçbir şeyden tad almaz oldum artık. Anlama gücüm artıkça arttı; tad alma gücüm ise yok oldu büsbütün. Çok kurnazca ve insafsızca lanetlenmişim ben.''

"Ey yaşam, insan işte böyle anlarda -ruhun ezildiği anlarda- farkına varıyor senin yüzünden ne soysuz, ne aşağılık işlere katlanmak zorunda kaldığını! Ey yaşam, şimdi algılıyorum sende ne korkunç şeyler saklı olduğunu! Ama bu korkunç şeyler benim içimde değil; benim dışımda bunlar! İçimdeki insanca duygularla savaşacağım seninle, ey karanlık, korkulu gelecek!"

"İnsan deliliğinde çoğu zaman sinsice ve kurnazca bir şeyler vardır. Geçti sandığınız sırada, o delilik belki daha ince bir biçime bürünmüştür. sadece, dağ boğazlarından geçerken, daralan Hudson Nehri'nin bereketli suları azalmaz, derinleşir olsa olsa.''

"Beyazlık, doğanın yarattığı birçok şeylere temiz bir güzellik katan özel bir değer kazandırır onlara; mermerde, kamelyada, incide olduğu gibi. Birçok ulus da, krallara yakışan bir çeşit üstünlük görmüşlerdir bu renkte. Peru'nun barbar ve haşmetli eski kralları, kendilerine her şeyden önce ''Beyaz Fillerin Beyi'' derlerdi. Siyam'ın yeni krallarının bayraklarında da bembeyaz bir fil vardı. Hannover bayrağındaki savaş atı, kar gibi beyazdır. Roman haşmetinin mirasçısı büyük Avusturya imparatorluğu, kendine renk olarak gene aynı görkemli rengi - beyazı seçmiştir. Bu üstünlüğün insan ırkları açısından da bir önemi olduğu anlaşılıyor; çünkü beyaz adam, tüm koyu renkli kabilelerin başına geçiyor nedense."

"En yüce dinlerin bile kutsal geleneklerinde beyazlık, kusursuz ve lekesiz Tanrı gücünün belirtisidir."

"Beyaz renk, güzel, şanlı, yüce olan her şeyi içinde toplamakla beraber, gene de bu renkte, gizemli, elle tutulmaz bir korku saklıdır, insanın ruhunu, kanın kırmızılığından daha fazla sarsan bir korku...
Bu beyazlık, hoş ve güzel şeylerden ayrılınca, üstelik korkunç bir varlıkta bulununca, insanın korkusunu büsbütün artırır, en aşırı hale götürür, kutupların beyaz ayısı, sıcak denizlerin beyaz köpek balığı gibi. Bunların akılları durduran korkunçluğu, o dümdüz pamuk beyazlığından gelmiyor mu? O iğrenç beyazlık, bu canavarların sessiz azgınlığına kalleşçe bir yumuşaklık katar; insanı korkuttuğu kadar tiksindirir, öyle ki, kaplanın vahşi dişleri ve heybetli postu bile, beyaz ayı ile beyaz köpek balığının o kefen rengi kadar yıldıramaz insanı!"

"Acaba beyazlık, anlatılmaz niteliğiyle, dünyamızı saran o hain boşluklara ve enginlere bir ayna tutar gibi mi oluyor?''

"Yaşam dediğimiz bu acayip, bu karmakarışık işle, öyle garip anlar olur ki, insan şu koca evreni büyük bir şaka olarak görür. Bu şakayı pek anlamasa bile, kendisiyle alay edildiği kuşkusuna düşer.''

"Karada olsun, denizde olsun, şu bizim basmakalıp dünyamızda, bir adam başkalarına kumada ederken, kumandasında olanlarda birinin, kendinden çok daha mert, çok daha erkek olduğunu görünce, o adama karşı, önüne geçilmez bir nefret duyar, garez bağlar hemen. Fırsatını buldukça da, bu emir kulunun gurur kulesini yıkmak, tuz buz etmek, küçük bir toz yığını haline getirmek ister."

"Çünkü, baylar, dünyanın garip bir cilvesi olarak, serseriler nasıl hep adalet sarayları çevresinde toplanırsa, günahkârlar da, kutsal yerlere düşer."

"Nuh'un tufanı daha bitmedi. Şu güzelim dünyanın üçte ikisini kaplıyor hâlâ Nuh'un tufanı!''

"Sizin aç gözlülüğünüzü pek ayıplamıyorum kardeşlerim. Sizin huyunuz öyle; çaresi yok bunun. Ama bu kötü huyunuzu önlemeye çalışmalısınız; tüm sorun bu! Siz köpek balığısınız elbet; ama içinizdeki köpek balığını dizgin altına alırsanız, o zaman bir melek olup çıkarsınız işin içinden. Çünkü melek dediğin, kendini sıkı sıkı dizginleyen bir köpek balığından başka bir şey değildir."

"Ey insanoğlu bir balinaya bak da ona benzemeye çalış! Sen de buzlar arasında sıcak kalmasını öğren. Bulunduğun dünyada, o dünyanın bir parçası olmadan yaşa. Ekvator'da serin serin ol; kutuplarda kanın donmasın. San Pietro'nun büyük kubbesi gibi, koca balina gibi, her mevsimde kendi sıcaklığınla yetin, ey insanoğlu!''

"Kendini kanıtlamak için hiçbir şey yapmamasıyla ortaya çıkar onun büyük dehası."

"Çünkü bence bir insanın ahlâkı bir hayli anlaşılır bel kemiğinden. Kim olursanız olun, kafatasınızı değil, bel kemiğinizi yoklamak isterim. Cılız bir bel kemiği, hiçbir zaman büyük ve soylu bir ruhu ayakta tutamaz. Benim dünyaya açtığım bayrağın sağlam ve sarsılmaz direğidir bel kemiğim: övünürüm onunla."

"Ben, derinliği olan hiçbir varlık görmedim ki, bu dünyaya söyleyebilecek bir sözü olsun. Geçimini sağlamak için, birkaç söz kekelemek zorunda kalır, olsa olsa."

"Kuşkuya ve yadsımaya karşı çıkan bu sezişler pek az insanda bulunur. Yeryüzüyle ilgili her şeyden kuşkulanan ve gökyüzüyle ilgili kimi şeyleri sezen insanlar, ne imanlı, ne de imansız olurlar; kuşkulara da, sezişlere de; aynı serinkanlı gözlerle bakarlar."

"Bu sözlerle Stubb şunu anlatmak istiyordu belki de: insan insanı ne denli severse sevsin, insan dediğin para kazanan bir hayvandır; ve para kazanma isteği, iyilik etme isteğinden ağır basar çoğu zaman."

"Çünkü nice nice uzun denemelerden sonra gördüm ki, insan elde edebileceği mutluluk kavramını pek yücelerde tutmamalı, biraz değiştirebilmelidir, hiç olmazsa. Mutluluğu kafamızda, hayalimizde değil de; günlük yaşantımızda, eşimizde, yüreğimizde, yatağımızda, soframızda, atımızın sırtında, ocağımızın başında, yurdumuzda aramalıyız."

"Dünyamızın karanlık yanı olan, üçte ikisi olan okyanusu saklayamıyor güneş, öyleyse içinde dertten çok sevinç taşıyan bir ölümlü insan, ya gerçekten insan değildir, ya da olgunlaşmamıştır henüz."

"Boyuna dokuyor okumacı Tanrı. Kendi işinin gürültüsüyle sağır olmuş, hiçbir insan sesi duymuyor. Dokuma tezgâhını seyreden bizler de sağır olmuşuz uğultusundan. Ancak iyice uzaklaşabilirsek duyuyoruz içinde konuşan binbir sesi. Yeryüzündeki tüm fabrikalar da böyledir. Hızla işleyen mekikler arasında duyulmayan sözler, duvarların dışına çıktık mı bir bir duyulur açık pencerelerden. Nice hainlikler böyle açığa vurulmuştur. Ey insanoğlu! Gözünü dört aç öyleyse. Çünkü şu koca dünya tezgâhının bunca gürültüsü arasında, senin en gizli düşüncen bile, tâ uzaklardan duyulabilir..."

"Çünkü ateşle yapılan şeyin dönüp dolaşıp gideceği yer, ateştir gene. Cehennemin varlığını gösterir bu."

"Her şeyi bir düzeye indiren ölümün eşiğinde, tüm gizler bir an çözülür gibi olur; ama bunu ancak ölüler dünyasından geri dönebilecek bir yazar doğru dürüst anlatabilir."

"Keşke biraz sürekli olabilse bu huzur anları! Ama yaşamın dokumasındaki enine ve boyuna iplikler gibi, durgun havalarda fırtınalar birbirine örülür; her huzur anının ardından bir bora gelir. Hiç geriye dönmeyen sürekli bir ilerleme yoktur."

"Ben tertemiz, derli toplu, hesaplı kitaplı, kız gibi işler yapmak isterim. Benim yapacağım işlerin, başı başlangıcında, ortası ortasında, sonu da sonunda olmalı. Ortasında biten, sonunda başlayan yarım-yamalak işlerden hoşlanmam."

"Duymak yeter de artar bile ölümlü insanlara. Düşünmek insanın haddine mi! Yalnız Tanrı düşünebilir. Düşünmek nedir? Daha doğrusu ne olmalıdır; Bi serinlik, bir durulma... Oysa bizim zavallı beyinlerimiz zonklar, zavallı yüreklerimiz çırpınır boyuna."

Kahramanımsın Moby Dick!
Keyifli okumalar :)



Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka
imdb.com

Peri Gazozu


Yazar: Ercan Kesal
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2013
Yayınevi: İletişim Yayınları

Leylak Dalı'm, -dilediğin gibi- keyifle okuyamadım bu kitabı :/
Çok teşekkür ediyorum, sevgilerimle :)

Doktor, senaryo yazarı, köşe yazarı, oyuncu Ercan Kesal'dan "yazar" olarak da söz edilmesini sağlayan, Radikal'de yazdığı yazılarının üzerine eklediği yeni hikayelerden oluşan ilk kitabı.
Dolayısıyla, benim için de Ercan Kesal'ın yazar yönüyle tanışma kitabı oldu...
Sunuş yazısında,  sinemasal bi' teknikle yazdığını ve okurun, yazdıklarını okumasını değil seyretmesini istediğini belirtmiş Ercan Kesal... Bunu başarmış da. 
Ortaya, Ercan Kesal'ın birbirinden can yakıcı, yürek burkan, okurun boğazına yumruk gibi oturan, gözlerini dolduran, içini sızlatan yaşanmışlıklarını size seyrettiren ama ''illa ki mesaj verme'' kaygısı taşıyan bi' anı kitabı çıkmış.
Mesajı da öyle gizli saklı vermiyor üstelik. "Ey yurdum insanı! Ne zaman uyanacaksın gaflet uykusundan?" gibi, son derece gereksiz vurgularla veriyor.
Kendini temsilcisi gördüğü siyasi görüşü-politik duruşu okuyucunun gözüne gözüne, ısrarla ve inatla sokan yazarlar bana hep sevimsiz gelmiştir. Bu sebeple ''Gerek var mıydı bu son vurgulara, ünlemlere, malumun ilamını yapmaya?'' düşüncesi sıkça geçti aklımdan.
Bana hiçbi' şey katmayan, bilmediğimi öğretmeyen, hayal kurdurmayan, düşünmeme ve hatta kendimce bi' sonuç/anlam çıkarmama bile izin vermeyen bi' kitaptı.
Ercan Kesal içini döktü, isyan etti, kötü yaşanmışlıklarından yanmış ciğerini gösterdi, babasına olan özlemini anlattı, çocukluk anılarından bahsetti; ben sadece dinledim/izledim.
İkinci kitabı "Evvel Zaman", farklı bi' yayınevinden çıkmış: İthâki. Olur da bi' gün okursam, beni şaşırtmasını, aynı tarzı devam ettirmediğini görmeyi isterim.
Gerçi, ismi ''Bir Zamanlar Anadolu'da'' olan filmin senaryo yazarlarından biri olduğunu, ikinci kitabına da isim olarak ''Evvel Zaman''ı seçtiğini göz önünde bulundurunca... İyimser olamıyorum.

Eleştirmen değilim nihayetinde, kendime notlar bırakıyorum burada sadece. Yıllar sonra dönüp baktığımda görüşlerimin ne kadarının değiştiğini/değişmediğini görmek istiyorum, hepsi bu.

Arka Kapak Yazısı:
''Vicdanımız kuruyor. Babalarını erken kaybetmiş yetim çocukların masum başlarını koyacakları göğüsler çoktan çöktü, farkında mısınız? Göğüs çöktükçe zulüm tepemizde kalıyor. Kavisli ve dolaşık geçmişimizse, bozuk düzenimizin telleri olmuş. Duyduğunuz sesler bu yüzden içli ve bu kadar derinden geliyor.

Şimdi bir türlü sığamayıp, delice bir kavgaya tutuştuğumuz, adına Anadolu denen şu kadim topraklarda, binlerce yıl önce hüküm sürmüş, bir Hitit kralının oğullarına bıraktığı vasiyete bakın isterseniz: 'Öldüğümde beni, usulünce yıkayın, göğsünüze yaslayın ve toprağa bırakın.' Bu kadar."

Hayatın en yalın ve en efsunlu meseleleri, ölüm ve yaşam, anne-baba-çocuk arasındaki zor muhabbet, büyümek ve yaşlanmak üzerine...
Vefalı bir oğulun gözüyle. Bilhassa ölümün, ölümle başetmenin olağanüstülüğü ve olağanlığı üzerine..."Alışmaya" direnen bir hekimin gözüyle.

Taşranın sıcak kucağı ve serin kasveti üzerine... Orayı hem içinden hem dışından bilen bir evladının gözüyle.

Türkiye'nin ipin ucundaki yakın tarihinin gölgesi... Kalbi avucunda birinin gözüyle.

Ercan Kesal'dan, aynanın kenarındaki fotoğraflar misali hayat parçaları, sohbet makamında insan hikâyeleri.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''...bütün sanat eserleri belleğe dayanır. Belleği billursu hale getirmenin, somutlaştırmanın araçlarıdır. Bir ağacın üzerindeki bir böcek gibi, sanatçı da asalak gibi çocukluğundan beslenir. sonra biriktirdiklerini harcar, yetişkin olur ve olgunluğu da son noktadır...diyor Tarkovski...* Katılıyorum.''

''Hayatımız, ''bir yumağın sürekli sarılmasıdır''. Yaşadığımız her şey, ardımıza takılıp gelmekte ve doğal olarak da birikmektedir. Yol boyunca ne yaşandıysa toplamaktadır çünkü.''

Kurban
''Eskiden ölülerini gömmeyip, bir kulenin tepesine, açığa bırakan kavimler yaşardı bu topraklarda. Topluluğun rahipleri kuleye gizlenip, yırtıcı kuşların ölüleri nerden yemeğe başladığını izlerlerdi.
Akbabaların ölüleri yediği kulenin adı: ''Sessizlik Kulesi.''
Türkiye'yi koca bir ''Sessizlik Kulesi'' yaptık sonunda...
Ölülerimizi zalimler yesin diye inşa ettiğimiz bir kule artık ülkemiz.
Saklanıp bir şeylerin arkasına, dilsiz rahipler gibi bakıyoruz ölülerimize.''

Yetimim, beni göğsüne yasla
''Neşet Ertaş'ın bir ''düz göğüslü saz'' hikayesi vardır. Sazlarını yaptırdığı Tavşancı Hüseyin'den düz göğüslü bir saz ister Neşet. Hüseyin Usta yapmaz... Aklına yatmaz nedense. Sazın göğsü bombeli olur çünkü. Neşet de onun çırağına yaptırır. Müthiş bir saz... Daha sonra herkes o saz gibi saz ister... Neşet Ertaş, niye düz göğüslü saz istediğini şöyle açıklar:
''Sazların zamanla döşleri çöküyordu... Göğüs çökünce teller yukarda kalıyor. Kavisli olunca da eşiğin altı yukarda kalıyor, göğüs aşağıda.
Göğüs çökünce daha içli daha derinden bir ses geliyordu. Oradan hatırlayarak düz göğüslü saz istedim.''

Ne alakası var baba!
''Biri kara tahtaya taş sözcüğünü yazmış ve avludaki tüm kuşlar havalanmış'' sanki.''

Ben büyüdüm baba
''Siyah beyaz bir film başlıyor az sonra. Garip bir film. Bir adam var, boyacı. Bir kadının resmine aşık. Kadın, ''ne yapacaksın resmimi, işte karşındayım, beni sev,'' diyor. Adam, ''resminle arama girme,'' falan diyor...''

''Adımızı sorarız birine,
o bize adını söyler'' * Edip Cansever
''Bir akşam, kendi çevirdiği Cengiz Aytmatov kitaplarıyla babamı ziyarete gelen Mehmet Abi (Özgül) geliyor aklıma. Çocukluğumun en güzel hediyesi. Aylarca içinde kaybolduğum, büyülü bozkır hikâyeleri. Hele o ''Cemile.''

Mühür
''Hiç, birileriyle aynı dünyada yaşamaktan utanç duyduğunuz anlar oldu mu?''

Bir de akıl vermiş: ''Oğlum bu memlekette keçi etine koyun eti damgası basar, satarlar. Sen sonra uğraş dur ben keçiyim diye. Mühür, koyun mührü. Artık koyunsun. Şimdi size bir basarsak ''komünist'' mührünü, ömrünüzün sonuna kadar çıkaramazsınız.''

''Karasevda demek, siyah bir mühür demektir. Sevdaya düşenlerin kalbinde mutlaka o mühür vardır.''
Onlarca otopsi yaptım. Bir o kadarına da katıldım. Neşter kalbe her uzandığında gözüm o mührü arardı.''

İpin ucundaki Türkiye
''Hayatımın en güzel, en coşkulu ve en pırıltılı yılları... Ha deyince elmayı dalından, yıldızı yerinden kopardığım, imkânsızın farkında olmadığım yıllar."

Üç tarz-ı hakikat ve biz
BİZ
''Belki de biricik mesele bu. Dünyanın bizimle birlikte kurulduğunu zannedip, kendimiz için sonsuz bir yaşam hayal etmek... Bu yüzden, bu kadar kalınlaştı derimiz. Bu yüzden dipsiz bir kuyuya dönmüş içimiz...''

Ölülerini unutanların ülkesi
BAHAR
"Eskiden el yazması kitapların içine "ya hafız,ya kebikeç" yazılırmış. Bu duanın, kitabı haşarattan, nemden ya da yangından koruduğuna inanılırmış. Ve yine rivayet olur ki bu yazının mürekkebi böcekler için zehirli olan düğünçiçeği bitkisinin suyundan yapılırmış. Özel bir mürekkeple yazılan bir tür muska yani: "koruyan, esirgeyen kebikeç" anlamında..."

Yaralarım nedendir?
"Bazı şeyler insana geri dönülmez yollar çizer. Bir sarsıntı, bir kırılma olur hayatınızda ve sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz."

"Yaşadıklarınızdan kan ter içinde kalırsınız. Ama bir şeye hâlâ inanırsınız nedense. Bu dünyada hâlâ rüzgârlar esiyor ve onlar sizin terinizi kuruturlar. Mutlaka kuruturlar..."

Arkadaşlara söyle, ölmeyi öğrendim
"Sonrası, litost. 2008'e kadar yaşadıklarımı düşündüğümde çoğu zaman çaresiz kalırdım anlatmak için, ta ki "litost"kelimesine rastlayıncaya kadar. Çekce bir kelime. Yalnızlık, hüzün, öfke, hayal kırıklığı,utanma, çaresizlik, isyan ve daha bir çoğu. Hepsini kapsayan bir kelime. Derin bir iç çekiş yani."

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Fareler ve İnsanlar / Of Mice and Men


Yazar: John Steinbeck
Çeviri: Ayşe Ece
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 1937/ Basım: 2012
Yayınevi: Sel Yayıncılık

Yıllar önce okuduğumda ne konusuna ne de verdiği mesaja dikkat etmiştim.Ve hatta, ne okuduğum kitabın sayfa sayısı ne de kapağı aklımda yer etmiş; çocuktum.
Yıllar sonra büyük bi' hevesle okurken arkadaşım Nihan Sarı, ''500 küsur sayfalık romanı micro-nano ölçülere çekmişler'' benzeri bi' yorum yapınca üzüldüm. Sonra okuyup bitirdiğimde -ki, tek oturuşta okudum- 500 sayfa da olsa, şu andaki gibi 126 sayfa da olsa aynı mesajı verip aynı hissi yaşatacağını düşündüm samimi olmak gerekirse.
George ve Lennie ile aynı mekanda oturdum, aynı masada oturdum, yaşanan olaylara şahit oldum. Oradaydım; kokuları bile duydum.
Benim gibi, başınızı bile kaldırmadan okuyup bitirmeniz dileğimle.

Arka Kapak Yazısı:
''Pulitzer ve Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan John Steinbeck'in çağımızın toplumsal ve insani meselelerini ustalıkla resmettiği eserleri modern dünya edebiyatının başyapıtları arasında yer alır. Steinbeck romanlarında yalın ve keskin bir gerçeklik sunarken yine de her seferinde çarpıcı bir öykü ile çıkar okurunun karşısına. Tarihin bir kesitindeki dramı insani ayrıntıları kaçırmadan sergilerken, "tozpembe olmayan gerçekçi bir umudun" türküsünü dillendirir. Bu nedenle eserleri edebi değerleri kadar güncelliklerini de hiç yitirmemiştir.

Fareler ve İnsanlar, birbirine zıt karakterdeki iki mevsimlik tarım işçisinin, zeki George Milton ve onun güçlü kuvvetli ama akli dengesi bozuk yoldaşı Lennie Small'un öyküsünü anlatır. Küçük bir toprak satın alıp insanca bir hayat yaşamanın hayalini kuran bu ikilinin öyküsünde dostluk ve dayanışma duygusu önemli bir yer tutar. Steinbeck insanın insanla ilişkisini anlatmakla kalmaz, insanın doğayla ve toplumla kurduğu ilişkileri de konu eder bu destansı romanında. Kitabın ismine ilham veren Robert Burns şiirindeki gibi; "En iyi planları farelerin ve insanların / Sıkça ters gider..."

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Bir şeyi bir türlü anlayamıyorum ben. Şimdi farz et ki Curley iriyarı birinin üstüne atlayıp onu yendi boksta. Herkes Curley'in ne kadar iyi bir dövüşçü olduğunu söyleyecektir. Şimdi bir de tersini düşün, diyelim ki iriyarı biriyle dövüştü ve yenildi. İşte o zaman da herkes iriyarı adamın kendi sıkletinde biriyle dövüşmesi gerektiğini söyler, hatta belki de toplanıp her beraber ona saldırır. Hiç adil değil. Her durumda kazanan hep Curley oluyor.''

''İnsanın yüreğinin iyi olması için akla ihtiyacı yoktur. Bana zaten bu ikisi birlikte pek olmuyor gibi geliyor. Gerçekten akıllı bir adama bakıyorsun, hiç de iyi biri olmadığını görüyorsun.''

''Ben kötü adamı bir kilometre öteden tanırım.''

''Meyve ağaçlarındaki meyvelerimiz olgunlaştı mı hemen konserve yaparız. Domateslerden de konserve yapabiliriz, domates konservesi yapmak kolaydır da. Her Pazar ya bir tavuk ya da bir tavşan keser yeriz. Bir keçi bir de inek besleriz belki, neden olmasın? Öyle kalın bir kaymak yaparız ki sütümüzden bıçakla kesip kaşıkla yemek zorunda kalırız.''

''Ve işte o toprak bizim toprağımız olacak. Kimse kovamayacak oradan bizi. Sevmediğimiz biri gelirse 'Defol git buradan' diyeceğiz, o da çekip gitmek zorunda kalacak. Bir arkadaşımız geldiğinde de 'Kalsana bu gece burada' diyeceğiz ve ona fazladan koyduğumuz yatağı vereceğiz, o da bizimle birlikte kalacak o gece. Bir av köpeğimiz bir kaç da tekir kedimiz olacak, tabii sen kedilere göz kulak olacaksın ki yavru tavşanları haklamasınlar.''

''İnlemeyi andıran bir sesle devam etti: ''İnsan yanında biri olmazsa delirir. Kim olduğu hiç önemli değildir, yeter ki yanında olsun.'' Ağlamaya başladı. ''Sana bir şey diyeyim mi? İnsan çok uzun süre yalnız kaldı mı hastalanır, yalnızlıktan hastalanır.''

''Kimi zaman olan o tuhaf şey yine oldu: Bir an her şey durdu, sadece o uzun süren durgunluk yaşandı. Sesler durdu, hareketlerin çoğu da kesildi ve bu durgunluk bir andan çok daha fazla, uzunca bir süre boyunca asılı kaldı havada.
Sonra her şey yavaş yavaş uyanmaya başladı yeniden, zaman ağır ağır geçmeye başladı yine.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Olduğu Kadar Güzeldik


Yazar: Mahir Ünsal Eriş
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2013
Yayınevi: İletişim Yayınları

Sevgili Leylak Dalı'mın hediyesi kitabım...
Kapak fotoğrafının aile albümünden alındığını not düşmüş ve benim için yazmış-imzalamış, daha ne olsun? :)
Teşekkür ederim Leylak'ım :)

Mahir Ünsal Eriş öykülerini seviyorum. Çocukluğumu yaşadığım coğrafyada, ilk gençliğimi yaşadığım şehirlerde geçen öyküler olduğu için bir çoğu belki de...
İlk kitabı Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...'de yer alan öykülerinden daha çok sevdim bu kitapta yer alan öykülerini. O kitabını da beğenmiş olduğumu göz önünde bulundurunca şu anlamı çıkarttım; benim için, ''her yeni kitabı bi' öncekinden güzel olan yazar'' olma yolunda ilerliyor, Mahir Ünsal Eriş.
Bazı öyküler gözlerimi doldurdu, bazıları kahkahalar attırdı, bazıları da her ikisini aynı anda yapmamı sağladı; ''benim adım Feridun'' da olduğu gibi.

Hanimiş: ''Olduğu kadar güzeldik'' Yıldız Tilbe'den alıntıymış.

Arka Kapak Yazısı:
''Meydandaki çay bahçelerinden birine oturmak geldi içimden sonra. Çünkü Erdek bir kitap olsaydı, bu çay bahçeleri ilk cümlesi olurdu onun. Gelindi mi oturulmalıydı. Bir çay, birkaç sigarayla, kıyıda kayığında ağ onaran, çapari kösteği hazırlayan balıkçıları seyretmek, bir tost isteyip, bacaklarıma sırnaşan kedilere atmak, yakın masalarda konuşulanları dinlemek, birini bekliyormuş gibi ikide bir saate bakmak iyi gelebilirdi. Gelmeliydi en azından.

Yine yaz akşamları. Yaralı tekneler, küflü sesler. Erdek’te çay bahçeleri, bıkkın orkestra, tatsız garsonlar. Ezine, Susurluk, Bandırma, burası Ankara, orası Samsun! Yalandan bayılanlar, bilmezden gelinenler, kaybolan dayılar… Uykusunda ağlayan adamlar, pişmanlar, yorgunlar. Para için mırın kırın, laf dokunduran konuşmalar. Nerede bu Türkan Şoray?

Mahir Ünsal Eriş, sokaktan gelen gürültüyü, bangır bangır Yıldız Tilbe dinleyen evleri resmediyor. Bi gevezeleşip bi susanları, “iyi olalım be ne olur” diyenleri, helallik isteyenleri anlatıyor.

Olduğu Kadar Güzeldik, gazoza doğru çocuklaşan hikâyelerle çağlıyor, zamana dokunuyor. Eriş, hüzünlü mağlupların iyimser yazarı olmaya devam ediyor.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
sen o zaman parasız yatılıdaydın
''Abimle teyzem gelmişlerdi yanına. Seni evci çıkarıp Alsancak'ta bir otele götürmüşlerdi hani. Orada anlatmışlar bunları sana. ''Mahvoldum ben. Bittim. Babasız, sahipsiz, kimsesiz, zavallı bir kız oldum ben,'' diye yazmıştın bana, sanki ben de aynısından olmamışım gibi.''

benim adım Feridun
''Yaşa, işe, güce, itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşk acısı diyorlar. Kim olursan ol, seni saklandığın yerde er ya da geç buluyor, gelip göğüs kafesini ateşle sıvazlıyor ve sen içeride kapkara kurum tutuyorsun. Ağzını açsan, alevler püskürüverecekmişsin gibi, ciğerlerine damla damla kurşun eritiyorlarmış gibi. Kolay kolay geçmiyor, geçtiğinde de sen geçmiş olduğunu bile fark etmiyorsun. Yağmurlu havalarda sızlayan eski bir kırık gibi sızlayıp duruyor, kendini hatırlatıyor.''

''Bir de yalnızlık var, onu da hesaba katmak lazım. İlk başta onsuzluk sanıyorsun bunu ama değil, basbayağı yalnızlık işte. Aynalarda kendini görmekten sıkılacak kadar yalnızlık, yatağa yattığında kendi kokunu duymaktan öğürecek kadar... Kimseyi istemiyorsun yanında, ama durup durup da yalnızlıktan şikâyet edesin geliyor. Bir şeyden şikâyet edebilmek için bile insan lazım.''

''Tıraş olmak ne garip şey, her seferinde altından gençliğin çıkacakmış gibi kendi yüzünü kazıyorsun, fakat yine, biraz daha yaşlanmış halin kalıyor eline. Aynadan bakıyor sana öyle geçkin, yorgun.''

''Sevilirken, kendimize, sevdirmeye çalıştığımız zamanlardaki kadar bakmıyoruz çünkü hiç. Biri gelip bizi tezgâhtan alana kadar, bir manavın önlüğüne süre süre parlattığı elmalar gibi cilalayıp duruyoruz kendimizi. İlk ısırıktan sonra, ısırılan yerlerimizden kararmaya başlıyoruz ama.''

''Demek ki insan, yaşıyorsa nasıl olsa iz bırakıyor, bir zeytincinin paslanmış tabelasında bile olsa. İlla birilerinin kalbini dağlamanın lüzumu yok iz bırakmak için.''

''Bütün bu olandan bitenden, bütün yaşadıklarımızdan, yaptıklarımızdan, biriktirdiklerimizden, gördüklerimizden sonra illa ki ölecek olmak hakikati içimi burdu. Ölmek olmasa yaşamak ne güzeldi. Oysa insanlar sırf bir gün öleceklerini bildikleri için bu kadar çok seviyorlar yaşamayı. Ondan neşelenip duruyorlardı böyle her vesileyle, toplanıp.''

''Yaz akşamlarının insana yaşadığını hissettiren bir tadı var hakikaten de. Büyülü ve ölümsüz olmamaya içerleten bir tat''

işe çıkılacak gün
''Umut çok garip bir şey, insanı olduğundan daha aptal etmeye yetiyor.''

kanatlarımız olsa be Metin
''Adına yaşamak dediği, yıllar süren bir intiharın sonuna gelmişti demek. Daha fazla uzamasına dayanamamıştı.''

malibu
''Yürümeyi de, koşmayı da, düşmeyi de burda öğrendim. Ama kalkmayı öğrenmek için Bandırma'dan ayrılmam gerekti. Ananın babanın kucağındayken öyle tepe taklak düşülemiyordu çünkü.''

''Şehirlerarasında bunca kaza belki de hep bundan oluyor. Üzerinde dikkatle aynı hattı korumaya çalıştığın dev çizgiyi takip etmek o kadar sıkıcı ki, insan sıkıntısını bir şeyler düşünerek geçirmeyi seçiyor. Sonra da o daldığı yerlerde öyle derinlere iniyor ki gerçek dünyaya dönemeden başka bir dünyaya geçiveriyor.''

stoper
''Hayat, kendini öyle bir gelip senin karşına koyuyor ki, hayallerini, umutlarını, çocukluğundan, gençliğinden beri kurduklarını yutturuveriyor sana.''

''Göz göze gelmemeye çalışarak uzaklaşıyor yanlarından, hayat da öyle geçip gitmiyor mu, biz güzel şeyler yapmaya .alışırken, tam da en güzel şeyler oluverecekmiş gibiyken. Öyleyse yaşamak, hayata karşılık hayallerden vazgeçtiğimiz bir kaybetme biçimidir.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Üstat ile Margarita / Ма́стер и Маргари́та / The Master and Margarita


Yazar: Mihail Afanasyeviç Bulgakov
Çeviri: Sabri Gürses
Orijinal Dili: Rusça
Basım Yılı: 1967/ Türkçe Basım: 2012
Yayınevi: Everest Yayınları

Manevi kızkardeşim - Sedef'e teşekkürü borç bilirim :)
Sedef'in enfes bi' okuma zevki var. İnce eler sık dokur, çok okur ama az beğenir. Bilirim ki onun beğendiğini ben de beğeneceğim... ''Abla, ben çok beğendim, sen de okumalısın hemen yolluyorum.'' dediğinde de içim rahattı, kitabı seveceğimi daha bana ulaşmadan biliyordum :)

Romanın 1929-1940 yılları arasında yazıldığını okuyunca yazara şapka çıkarmak istedim.
Enfes yazmış. Toplumun geldiği noktayı -ki 1930'lu yıllarda o noktada idiyse şu anda ne kadar daha dibe vurmuştur..? bunu düşünmek istemiyorum- fantastik kurgu üzerinden öyle güzel anlatmış, öyle güzel eleştirmiş ki: Bravo!
Dümdüz okunmuyor, bölümden bölüme yer-mekan-zaman değişikliği yaparak aklınızı zorluyor. Hikayeyi diri tutuyor, anlatım çok akıcı. Burada çevirmenin başarısını gözardı etmek haksızlık olur. Sabri Gürses muhteşem bi' çeviri yapmış. Bu işin okulunu okumuş, çevirilerinin başarısı ödüllendirilmiş bi' çevirmen. Romanı okurken sanki yüz yıl öncesinin değil, bugünün Moskova'sında geçtiğini düşünüyorsunuz olayların. Bu hissi verebilmek kolay olmasa gerek...
Romanın öyküsünü okuduğumda şaşırdım. On bir yılda yazdığı bu romanın basılması için bi' kez girişimde bulunmuş Bulgakov. Dönemin baskı rejiminin etkisiyle reddedilince bi' daha uğraşmamış. Uğraşmaya zaman da bulamamış zaten, kısa süre sonra hayata gözlerini yummuş. Roman, yazarın ölümünden onlarca yıl sonra basılmış.
Okurken Rusça isimleri aklımda tutmakta zorluk yaşadım sadece...
Kedileri zaten severdim ama kara kedileri ayrı bir sever oldum :) Dilime, ''Şeytan bilir!'' ve ''Şeytan alsın onu!'' deyişlerini de yerleştirdim, bu roman sayesinde.
Altını çizdiğim cümleleri paylaşayım, okuyup okumama kararı her zaman olduğu gibi size kalsın.

Arka Kapak Yazısı:
''Şeytan bir gün, aralarında kocaman bir siyah kedi ile çırılçıplak bir cadının da bulunduğu yardımcılarının eşliğinde Moskova'ya iner. Moskovalıları gözlemleyecek, insanlığın değişip değişmediğini anlayacaktır. Kullanıldıktan sonra şampanya etiketlerine dönüşen banknotlar dağıttıktan, çeşitli insanlara ne zaman ve nasıl öleceklerini bildirdikten, ihtişamlı bir de balo verdikten sonra ayrıldığındaysa, ardında tıka basa dolu akıl hastaneleri ile şehri ele geçiren düzensizlik karşısında ne yapacağını şaşırmış yetkililer bırakır. Şeytan'ın cazibesine kapılmayanlarsa sadece hayatını gerçeğe adamış olan Üstat ile hayatını Üstat'a adamış olan Margarita'dır.

"Gel peşimden, ey okur! Kim söyledi sana yeryüzünde gerçek, sadık, sonsuz aşk olmadığını? O yalancının iğrenç dilini kessinler!" diyor anlatıcı Üstat ile Margarita'da. "Gel peşimden, ey okurum ve sadece benim peşimden gel, ben sana böyle bir aşk göstereceğim!"

20. yüzyılın en önemli yazarlarından Mihail Bulgakov, gerçekten de aşkı, büyüyü, inancın gücünü, en önemlisi de gerçeği seriyor okurun gözlerinin önüne. Başyapıtı Üstat ile Margarita, şimdi ilk defa özgün dilinden yapılan çeviriyle Türkçe okurlarını da bu tüyler ürpertici yolculuğa katılmaya çağırıyor.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Bence de yazık!'' diye onayladı tanımadıkları adam ışıldayan gözleriyle ve devam etti: ''Ama sizin sorunuz beni huzursuz etti: Eğer Tanrı yoksa, sorarım size, insanları ve yeryüzündeki bütün düzeni kim yönetiyor?''
''İnsan yönetiyor,'' dedi hemen, bu, itiraf edelim ki pek de anlaşılır bir yanı olmayan soruya öfkelenen evsiz.
''Pardon,'' dedi tanımadıkları adam adam kibarca, ''bunun için, yani yönetmek için , öyle ya da böyle, kısacık bile olsa belli bir süre için kedin bir plana sahip olmak gerekir. İzninizle size sorayım, gülünç derecede kısa bir süre için, sözgelimi bin yıl için plan  yapmak bir yana, kendisinin yarınını bile güvenceye alamayan insan yeryüzünü nasıl yönetebilir? Diğer yandan, aslında,'' bu sırada tanımadıkları adam Berlioz'a dönmüştü, ''Düşünün ki sözgelimi siz yönetmeye, kendinizi ve başkalarını düzene sokmaya başladınız, hatta, deyim yerindeyse bundan haz almaya bile başladınız, ama birdenbire... He he... Küçük bir kanser...'' kedi gibi sırıtarak ünlü uyumundan yoksun bu sözcüğü tekrarladı, ''kanser ve işte sizin yönetiminiz sona erdi' Kendi kaderinizden başka hiçbir kader ilgilendirmez artık sizi. Akrabalarınız yalan söylemeye başlar, siz, tatsız bazı kokular alarak uzman doktorlara koşarsınız, sonra şarlatanlara, hatta falcılara bile koşarsınız. Hiçbirinin bir anlam taşımadığını bizzat anlarsınız. Ve bütün her şey trajik şekilde sona erer: Bir şeyleri yönettiğini sanan kişi, bir bakarsınız birdenbire tahta bir tabut içinde kıpırtısız yatıyor; öylece yatan kişinin bir yararı olmadığını anlayan çevresindekiler de onu sobada yakıp kurtulurlar.''

''Evet, insan ölümlü, ama bu sorunun sadece yarısı. Asıl kötü olan şey, insanın genellikle aniden ölmesi, işte asıl mesele bu! İnsan özünde bu akşam ne yapacağını bile söyleyemez.''

''Romanı elime alıp karıştım hayata ve böylece hayatım sona erdi,'' diye fısıldadı Üstat, sonra da başını eğdi; uzun zaman sallandı üzerinde üzerinde sarı ''Ü'' harfi olan kederli kara bere.''

''Aslında genel olarak içinde, sandığında bir sürprizi olmayan insan ilgi çekmez.''

''Masamın çekmecesinden romanın ağır elyazmasını ve karalama defterlerini çıkarıp sobada yakmaya başladım. Çok zordu bunu yapmak, çünkü yazılı kâğıt isteksizce yanar.
''Tırnaklarımı kıra kıra defterleri parçaladım, diklemesine odunların arasına sokuşturup demirle sayfaları buruşturdum. Zaman zaman küller uçtu üzerime, alev dumanlandı, ama onlarla mücadele ettim ve inatla direnen roman yine de yenik düştü. Tanıdık sözcükler yanıyordu karşımda, sayfalarda aşağıdan yukarıya dizginsizce tırmanıyordu sarı, ama sözcükler yine de tutunuyordu üzerine. Ancak kâğıt karardığı zaman kayboluyorlardı ve ben demir maşayı öfkeyle sallayarak dağıtıyordum onları.''

''İnanıyorum! Bu gözler yalan söylemiyor. Size kaç kere asıl hatanın insan gözünün önemini hafife almak olduğunu söylemiştim. Şunu anlayın, dil gerçeği saklayabilir, gözler asla! Size ani bir soru sorarlar, gözünüzü kırpmazsınız bile; bir saniyede kendinize hâkim olur ve gerçeği gizlemek için ne söylemek gerekiyorsa bilirsiniz ve çok inandırıcı bir şekilde konuşursunuz, yüzünüzde tek bir kırışıklık bile olmaz, ama heyhat, ruhun derinliklerinden gelen gerçek bir anda gözlerde yanıp söner ve işte her şey tamam. Onu görürler, yakalanırsınız!''

Burada kitaptaki çok ilginç bir bölüm dikkatimi çekti
''Onluk falan yok artık. Dün akşam şu (yayımlanması imkânsız sözler) Varyete'de itoğlu itin teki 10 rubleliklerle (yayımlanması imkânsız sözler) bir hipnoz gösterisi yapmış''
Sansür artık ''yayımlanması imkânsız sözler'' olarak mı geçiyor kitaplara? Yoksa bizim hayal gücümüze mi bırakıyorlar bu kısımları doldurmayı?

''İnanıyorum! Bir şeyler olacak! Olmasa olmaz, çünkü gerçekten de, yaşam boyu sürecek bir işkence niye gönderilmiş olsun bana? Yalan söylediğimi, kandırdığımı ve başkalarından gizli saklı bir hayat sürdüğümü biliyorum, ama yine de bunun cezası bu kadar ağır olamaz. Bir şeyler olacak, hemen, çünkü herhangi bir şeyin sonsuza dek sürmesi imkânsız. Ayrıca, rüyam kehanet gibiydi, yemin ederim buna.''

''Benim yaşadığım dram şu, sevmediğim biriyle yaşıyorum, ama onun yaşamını mahvetmeyi de uygun bulmuyorum. Ondan iyilikten başka bir şey görmedim asla...''

''Yazar mısınız?'' diye sordu kadın.
''Kuşkusuz,'' dedi emin bir şekilde Korovyev.
''Belgeleriniz?'' diye tekrarladı kadın.
''Tatlım...'' diye kibarca başladı Korovyev.
''Ben tatlı değilim,'' diye sözünü kesti kadın.
''Ah, çok yazık,'' dedi hayal kırıklığıyla Korovyev ve devam etti:
''Peki, eğer tatlı olmak istemiyorsanız, ki bu çok hoş olurdu, olmayınız. Fakat şimdi Dostoyevski'nin yazar olduğuna inanmak için, gerçekten de ondan belge istemek gerekir mi? Onun herhangi bir romanınından herhangi bir beş sayfa alıp bakarsanız, karşınızda bir yazar olduğunu tartışmasız bir şekilde anlarsınız. Benim tahminimce, onun da herhangi bir belgesi olmamıştır iç! Sen ne dersin?'' diyerek Behemot'a döndü Korovyev.
''Bahse girerim ki yoktu belgesi,'' dedi Behemot gaz ocağını masaya, kitabın yanına koyup eliyle alnındaki teri silerken.
''Dostoyevski değilsiniz siz,'' dedi Korovyev'in sözleriyle sersemleyen kadın.
''Ama bunu kim bilebilir, kim bilebilir,'' dedi Korovyev.
''Dostoyevski öldü,'' dedi kadın, ama pek de kesin konuşmuyordu.
''Bunu asla kabul edemem,'' diye bağırdı Behemot. ''Dostoyevski ölümsüzdür!''
''Rica ederim, bu yaptığınız gülünç bir şey,'' diye inat etti Korovyev. ''Hiçbir belge tanıtamaz yazarı, sadece yazdıkları tanıtır! Benim kafamın içinde ne gibi tasarıların kaynaştığını siz nasıl bileceksiniz?''

''Öyle bir konuşuyorsun ki sanki gölgeleri de, kötülüğü de kabul etmiyormuşsun gibi. Bir iyilik yapıp da şu soruyu bir düşün: Eğer kötülük olmasaydı ne yapardı senin iyiliğin, üstelik gölgeler kaybolsaydı nasıl görünürdü yeryüzü? ''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella Marka

Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında / 国境の南、太陽の西 / Kokkyō no Minami, Taiyō no Nishi / South of the Border, West of the Sun


Yazar: Haruki Murakami
Çeviri: Pınar Polat
Orijinal Dili: Japonca
Basım Yılı: 1992/ Türkçe Basım: 2007
Yayınevi: Doğan Egmont Yayıncılık

Sevgili Cancanım'ın hediyesi idi bana bu kitap.
''Zemberekkuşu'nun Güncesi'' ve ''Haşlanmış Harikalar Diyarı Ve Dünyanın Sonu'' ile birlikte üç Murakami kitabı hediye etmişti bana doğum günümde.
Teşekkür ederim Canancım :)

Yine bi' ''Murakami'nin yarattığı erkek karakter ve onun pipisi etrafında dönen olaylar'' kitabı daha okumuş oldum :)
Şaka şaka, olay sadece pipiden ibaret değil elbette :)
Kitabı okumaya başlarken ''hâyâl kırıklığına uğrayabileceğim'' uyarısı almıştım bi' kaç arkadaşımdan, rapor veriyorum; uğramadım, çünkü Murakami'den ne beklemem-ne beklememem gerektiğini iyi biliyorum artık.
Kurgusu güzel, hem de çok güzel! 
Murakami asla ''Ben burda bunu demek istedim aslında'' demez, yazdıklarını okuyucuya açıklama derdine düşmez. 
Bu kitabında da her zaman yaptığı gibi ipuçlarını veriyor, vermekle de kalmıyor, bi' güzel dağıtıyor sayfalara... Yakalarsa okur o ipuçlarını, kitaba -karakterlere, olaylara bakışı tamamen değişir, olayların gelişimi su gibi akıyor çünkü ''o nokta, o bakış açısı'' yakalandığında... Yakalayamazsa, ''muhtemelen'' sıkıcı, sıradan bi' kitap okuduğunu düşünüp okumayı bitirince üzerine kafa bile yormaz.
Dilerim okurken ipuçlarını değerlendirir ve tadını çıkarırsınız. Ben gerçekten eğlendim. Sanırım en sevdiğim Murakami kitaplarından biri olarak kalacak, Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında. 
Keşke kurgusu kadar işlediği konu da iyi olsaydı demeden de edemiyorum, o zaman tadından yenmezdi...
Sapıksın mapıksın ama hakikaten yazıyorsun Murakami.

Hanimiş: Murakami'nin hâlâ bamya pipili, sapık bi' herif olduğunu ve yazarak, yarattığı karakterlere saçma sapan cinsel tecrübeler yaşatarak kendini tatmin ettiğini düşünüyorum.
Adamı sevmiyorum, sevemiyorum. Hani yolda görsem, omuz atıp yıkar geçerim, dönüp özür bile dilemem.
O derece! :)))

Arka Kapak Yazısı:
''Tokyo'nun varlıklı mahallelerinden birinde, sıradan ve sorunsuz gibi görünen bir hayat süren Hacime, hiçbir zaman sahip olduklarından daha fazlasını istememiştir. İyi bir evliliği, iki kızı vardır. Savaş sonrasındaki yıllarda şansı yüzüne gülmüş, şehirdeki iki caz kulübünün sahibi olarak kıskanılacak bir kariyere sahip olmuştur. Yine de hayatı ve kariyeriyle ilgili sinsi bir yetersizlik duygusuna kapılmaktan kendini alamaz. İlk gençliğinde âşık olduğu, akıllı anca tuhaf bir yalnızlık duygusu uyandıran Şimamoto'nun anısı, kalbini gölgelemektedir. Yağmurlu bir gecede, eskisinden çok daha güzel ve etkileyici görünen Şimamoto yeniden karşısına çıkar.
Hacime artık gerçek anlamda bir dönüm noktasında olduğundan emindir.''

Yine '' ve şimdi reklamlar!'' kısımlarını kestim/budadım.

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Sonuç olarak Tokyo'ya gidene kadar dünyadaki bütün insanların aileleriyle bahçeli bir evde, kedi veya köpekleriyle yaşayıp işe takım elbiseyle gittiklerini sanıyordum. Başka türlü bir yaşam tarzı hayal edemiyordum.''

''Tek çocuk deyişinden nefret ediyorum. Onu her duyduğumda, bir şeylerimin eksik olduğunu hissediyordum -tam bir insan değilmişim gibi. Tek çocuk deyişi orada öylece durmuş, suçlayan parmağıyla beni işaret ediyordu. Bana ''Eksik bir şeyler var dostum'' diyordu.''

''Gülüşünü seviyordum. Beni yatıştırıyor, cesaretlendiriyordu. Her şey yoluna girecek, diyordu bana. Biraz daha bekle, her şey düzelecek. Yıllar sonra, ne zaman onu düşünsem aklıma gelen ilk şey gülüşüydü.''

''Bu dünyada, değiştirilebilen ve değiştirilemeyen bazı şeyler var. Ve geçen zaman geri döndürülemez. Bugüne kadar geldiysek, geriye dönemeyiz.''

''Bütün takım oyunlarından nefret ediyordum. Başkasına karşı sayı almam gereken yarış türlerinden nefret ediyordum. Ben daha çok durmadan yüzmek istiyordum, yalnız ve sessizlik içinde.''

''O zamanlar bilmiyordum. Birini tekrar düzelemeyecek kadar kötü kırabileceğimi. İnsan, sadece var olarak diğer bir insanda dönüşü olmayan yaralar açabiliyordu.''

''Olağanüstü güzellikteki oyuncu ya da modeller de dikkatimi çekmez. Sebebini bilmiyorum ama böyle. Gerçek dünya ile düşler dünyasını birbirinden ayıran çizgi benim için daima belirsiz olmuştur ve ergenlik dönemlerim dahil, aşk o her şeye kadir yüzünü gösterdiğinde sırf güzel bir surat bana yetmemiştir.
Beni çeken şey, dışardan bakılarak ölçülebilen dış güzellik değil, daha derindeki, daha katıksız bir şeydi. Tıpkı bazı insanların yağmur fırtınalarına veya depremlere karşı gizli bir tutku beslemeleri gibi, ben de karşı cinsten gelen tanımlanamayan şeyleri seviyordum. Daha iyi bir kelime seçecek olursak, çekim gücü diyelim. hoşunuza gitsin veya gitmesin, insanları ağına düşürüp sarhoş eden bir güçtü bu.''

''Yağmur yağar ve çiçekler açar. Yağmur yoksa kururlar. Kertenkeleler böcekleri yer, kuşlar da kertenkeleleri. Ama sonunda hepsi ölür. Ölürler ve toprağa karışırlar. Bir nesil yok olur diğeri devralır. Düzen böyledir. Bir sürü farklı yaşam şekilleri. Ve farklı ölüm şekilleri. Nihayetinde hiçbir şeyi değiştiremezler. Geriye sadece bir çöl kalır.''

''İnsanlar bir bir kayıplara karışıyor. Bazı şeyler bıçakla kesilmiş gibi ortadan kayboluyor. Kalanlar yavaşça sisin içinde yok oluyor. Geriye sadece bir çöl kalıyor.''

''Yağmura uzun süre bak, kafanda düşünce olmadan ve dünyanın gerçekliğinden uzaklaşarak, yavaş yavaş gevşeyen bedenini hisset. Yağmurun hipnotize edici gücü vardır.''

''Déjà vu'nun tersi bir duygu -etrafımdakileri daha önce gördüğüme değil, ilerde göreceğime dair bir önsezi. Bu önsezi o uzun elini bana yöneltmiş beynimi sıkıca kavramıştı. Kendimi bu kavrayışın içinde hissedebiliyordum. Orada parmaklarının arasında olan bendim. Gelecekteki ben, yaşlanmış. Yine de neye benzediğimi göremedim tabii.''

''Bir kez ilerlemeye başladın mı, ne yaparsan yap gittiğin yoldan geri dönemiyorsun. En ufak bir sapma her şeyi sonsuza dek değiştiriyor.''

''Âşıklar talihsiz bir yıldızın altında doğarlar,'' dedi. ''İkimiz için yazılmış gibi sanki.''

''Bazen sana baktığımda, çok uzak bir yıldıza bakıyormuşum gibi hissediyorum'' dedim. ''Göz kamaştırıcı fakat on milyarlarca yıl öncesinden gelen bir ışık. Hatta belki de yıldız artık yok. Yine de bazen o ışık bana her şeyden daha gerçek görünüyor.''

''Sibirya'da yaşayan çiftçilerin başına geliyor. Söyleyeceklerimi kafanda canlandır şimdi. Sen bir çiftçisin, Sibirya tundrasında tek başına yaşıyorsun. Aralıksız her gün tarlalarını sürüyorsun. Görünürde hiçbir şey yok. Kuzeyde ufuk, doğuda ufuk, güneyde, batıda, hepsinde aynı şey. Her sabah güneş doğduğunda tarlaya çalışmaya gidiyorsun. Güneş tepeye çıktığında öğle arası veriyorsun. Güneş battığında eve yatmaya gidiyorsun.''

''Her gün güneşin doğuşunu, sonra da batışını izliyorsun ve içinde bir şey yitip gidiyor. Sabanını bi' kenara atıp kafan boş bir şekilde batıya doğru yürümeye başlıyorsun. Güneşin batısındaki bir yerlere doğru. Takıntılı biri gibi ara vermeden, yemeden, içmeden yere yığılıp önele kadar yürümeye devam ediyorsun. İşte bu hastalığın adı Sibirya Histerisi.''

''Bende hiçbir şeyin orta yolu yok. Ortası olmayan şeyler vardır ve bunun gibi şeylerin olduğu yerde orta yol yoktur.''

''Hafıza ve duyular bu kadar belirsiz ve her yöne eğilimli olduğundan olayların gerçekten yaşandığını ispatlamak için daima belirli bir gerçekliğe -alternatif gerçeklik diyelim- güveniriz. Belli bir şekilde algıladığımız olaylar ne dereceye kadar göründükleri gibidir ve bu olaylar ne dereceye kadar biz onları öyle adlandırdığımız için öyledir bilmem mümkün değildir. Bu nedenle gerçekliğe gerçeklik diyebilmek için başka bir gerçekliğe gereksinim duyarız. Ama bu başka gerçeklik temel olarak üçüncü bir gerçekliğe ihtiyaç duyar.''


Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Mavi Köpeğin Gözleri / Ojos de Perro Azul / Eyes of the Blue Dog


Yazar: Gabriel García Márquez
Çeviri: Emrah İmre
Orijinal Dili: İspanyolca
Basım Yılı: 1974/ Türkçe Basım: 2011
Yayınevi: Can Yayınları

Gabo'ya olan hislerim hep karmakarışık olmuştur; an gelir çok severim, an gelir onu terkedip bi' daha tek bi' kitabının kapağını bile açmamak isterim.
Durumumuz, birbiriyle sürekli kavga edip birbirine ağzına geleni söyleyen ama birbirinden de bir türlü kopamayan-vazgeçemeyen sevgililer gibidir diyebilirim... Elbette, bu ilişkide ağzına geleni söyleyen o saygısız taraf benim.
Aylarca okumam, sonra döner dolaşır -sanki okuyacak hiçbi' kitabım kalmamış gibi- yine bi' kitabını elimde bulurum ve bile-göre yine aynı döngüye girerim.

Mavi Köpeğin Gözleri'nde de aynı döngüyü yaşadım. Bu kitap bana Lale Abla'mdan doğum günü + ev hediyesi olarak geldi. Kelimenin tam anlamıyla sürpriz kitap idi. Başıma geleceği iyi bildiğimden aylarca rafta beklettim ama iki gün önce bi' baktım ki elim bu kitaba gitmiş.

Yine aynı bıkkınlık hissi bastı içimi, yine küfretme ihtiyacı!..
Çünkü, yine 'Ölüm',
Yine 'Portakal ağacı' ve ağacın ekşi, serinlik veren meyvesinin, 'Portakalın tadı',
Yine 'Toprak yiyen karakterler', yedikleri mezar toprağı...
Yine 'Çürüme', bilinçliyken ölme ve bu çürümeyi an be an hissetme,
Yine 'Zamandan ve mekândan ayrılma, boyut değiştirme',
Yine odanın bi' yerinde durmadan öten o 'Cırcır böceği',
Yine pencereden odaya dolan 'Nemli toprak, menekşe ve gül kokuları'...

Yine ittire-kaktıra okumaya çalıştığım sayfalar, yine sanki Gabo bi' güzel kafayı bulmuş da ne yazdığının kendi bile farkında değilmiş gibi birbirine yabancı, bunalım yüklü cümleler, yine kafamda dönen ''yazar tam da bu cümleden sonra kalemini elinden bıraktı ve gidip kendini astı'' düşüncesi...

Yakın bi' arkadaşımın kelimesi kelimesine söylediği gibi: ''Ölüme övgü için yazılan kitapları sevmiyorum!''

Mavi Köpeğin Gözleri, Gabo'nun ilk yazdığı 12 hikayeden oluşuyor. 
Açık söyleyeyim; kitaba ismini veren öyküyü ve ''Arka Kapak Yazısı''nda da görebileceğiniz gibi, Gabo'nun ''Yüzyıllık Yalnızlık'a değişmem!'' dediği 'Çullukların Gecesi' öyküsünü okumak için okumaya devam ettim.

Ve...
Bam!
Çarpıldım!

İlk defa -ama hayatımda ilk defa- ''Bu öykü benim için yazılmış!'' dediğim öyküyü buldum.
İnanamıyorum! Hâlâ inanamıyorum!
Kitaba adını veren ''Mavi Köpeğin Gözleri'' öyküsü benim için yazılmış, hem de 1950 yılında. Okuduğum 7 öykü boyunca demediğim laf bırakmadığım Gabo'ya, bu öyküyü okuduktan sonra yine aşık oldum.
Yine ''Boşuna Gabo olmadı o'' dedim, yine gönlünü aldım... Fakat yine, aylarca elime Gabo kitabı almayacağım, buna da adım gibi eminim.

Bu dünyadan bi' ''Gabo'' geçti... 
''Bir öykümü senin için yazdım, okuduğunda kendini bulacaksın.'' deyip de geçmiş meğer duymamışım; okudum-anladım.
Ah Gabo...
Teşekkür ederim!

Hanimiş: Lale Ablacığım çok teşekkür ederim :)

Arka Kapak Yazısı:
''Görünmez bir güneş omuzlarımızı ısıtmaya başladı. Ama güneşin varlığı bile ilgimizi çekmiyordu. Mesafe, zaman ve yön kavramımızı kaybetmiş halde orada, nerede olduğunu bilmediğimiz bir yerde oturduk. Yanımızdan birçok ses geçti. 'Çulluklar gözlerimizi oydu,' dedik. Seslerden biriyse şöyle dedi: 'Bunlar gazeteleri fazla ciddiye almışlar.' Sesler ortadan kayboldu. Bizse öylece, omuz omuza oturmaya devam ettik."

Rüyalar, kazalar, pişmanlıklar, inanç, özlem ve ölüm... Büyülü gerçekliğin gizemli ve puslu atmosferlerle buluştuğu bu öykülerde Gabriel García Márquez, yatalak bir genç adam, kedisinin bedenine girmek isteyen bir kadın, evladının ölümünün yaraladığı bir anne, ikizi ölen bir kardeş, gözleri çulluklar tarafından oyulan üç adam, kurbanını sabırla bekleyen ölüm meleği gibi birbirinden çok farklı kurgusal ve mitolojik kahramanlara gönderme yapan kişiliklerin, bedensel ve düşünsel hassasiyet anlarını anlatıyor.

Yazarın ilk eserlerini barındıran Mavi Köpeğin Gözleri, Márquez'in 1947-1955 yılları arasında yazdığı on iki öyküden oluşuyor. Kitap, tarzı, temaları, karakterleri ve bilhassa yazarın "Yüzyıllık Yalnızlık'a değişmem," dediği "Çullukların Gecesi" öyküsüyle bir Márquez şenliği.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Artık bir yetişkin olduğunu hatırladı. Yirmi beş yaşındaydı; yani daha fazla büyümeyecekti. Yüz hatları iyice yerine oturmuş, çehresi vakur bir ifadeye bürünmüştü. Ama sağlığına kavuşunca oturup çocukluğundan bahsedemeyecekti. Çocukluğunu hiç yaşayamamış, ölü olarak geçirmişti.''

''Birden güzelliğinin kendisi için yük olmaya başladığının farkına vardı. O acı güzelliği, bir tümör gibi, bir tür kanser gibi canını yakar olmuştu.''

''Yarın bu sokaklardan uyurgezerler gibi ağır düşler içinde geçeceğim, hayvansı ve isyankâr açlığımla geceyi yudum yudum içeceğim, isyankârlığım yüzünden zorla kendimi yakışıklı hissediyordum, kokainle kaplı acı gökyüzünün altında yakışıklı ve yalnızdım. Hayır. Zaman ve mekân!..'' ''Bu iki sözcüğü telaffuz etmeye cüret eden de kim? Onlardan ne kadar korktuğumun farkında değil misiniz? Ama hayır, zaman ve mekân diye bir şey yok. Zaman ve mekân! Mekân ve zaman... Böyle baş aşağı kalsınlar, onları nalları havaya dikmiş halde görmeye bayılıyorum!''

''Onu tanımlayan, hayvanlar âleminde kati ve tartışılmaz bir noktaya yerleştiren, birçok sistemin bileşiminden oluşan akıl almaz yapısını hayatta tutan ve şekilleri belirgin organları sayesinde akıllı hayvanlar hiyerarşisinde yukarıda kalmasını sağlayan şey bu dünyevi, somut varlığıydı işte.''

''Bekârdan ne kastettiğinize göre değişir,'' diye karşılık verdi boyacı, başını kaldırmadan.
Natanael sigarasından bir fırt çekti. Dirsekleri dizlerine dayanacak şekilde öne doğru eğildi. ''Evli olup olmadığınızı kastediyorum.''
''Öyleyse işin rengi değişir,'' dedi delikanlı ve müşterisinin yeniden ayak değiştirmesi için sandığı fırçasının tersiyle tıklattı.
''Bu durumda bekârım, evet,'' dedi.''

''Dünyanın bir şehrindeki bütün duvarlarda bu sözcükler yazılı olmalı: 'Mavi köpeğin gözleri''' dedim.
''Yarına sözcükleri hatırlarsam seni aramaya başlayacaktım.'' Kadın yeniden başını kaldırdı, dudaklarının arasındaki sigarayı tüttürüyordu. ''Mavi köpeğin gözleri'' diyerek iç geçirdi; sigarası, aşağıya doğru sarkmış; tek gözü yarı kapalı halde anılara dalarak.''

''Sana dokunmak istiyorum,'' dedim yeniden. ''Her şeyi kaybedeceksin,'' dedi. ''Artık bir önemi yok,'' dedim. ''Tekrardan buluşabilmek için yastıklarımızda dönüp durduğumuz yeter artık.'' Sonra elimi şamdanın üstünden ileri uzattım. Kadın kımıldamadı. ''Her şeyi kaybedeceksin,'' diye tekrarladı, daha ben ona dokunamadan. ''Şamdanın öteki tarafına geçersen dünyanın kim bilir hangi köşesinde uyanacağız.'' Ama ben, ''Önemi yok,'' diye üsteledim. O ise, ''Yastıklarımızda dönüp durursak yeniden buluşacağız. Ama sen uyandığında bunu unutmuş olacaksın,'' dedi.

''Dışarıda, rüyasında kırlar gören bir kadın var,'' dedi. Kollarını alevin üstünde kavuşturarak konuşmayı sürdürdü: ''Hep kırların ortasında bir evde yaşamayı arzulayan ama şehirden bir türlü çıkamamış bir kadın o.''

''Uyandığında rüyasında gördüğü hiçbir şeyi hatırlamayan tek erkek sensin.''

''Günlerden pazar olduğu ve yağmur durduğu için mezarıma bir demet gül götürmeyi düşünüyorum.''


Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Kün


Yazar: Sezgin Kaymaz
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2013
Yayınevi: İletişim Yayınları

Okuduğum ilk Sezgin Kaymaz kitabı olan Lucky 'nin gönderisinde ''Sezgin Kaymaz ile bu kadar geç tanıştığıma pişmanım.'' demiştim, ne kadar eksik demişim meğer.
Kün'ü okurken kahkahalar attım, sinirlendim, öfkelendim, telaşlandım, merak ettim, ağladım...
Bilmiyorum sizler de kendinizi hikayenin akışına kaptırır mısınız ben gibi, sanki kitabın içinde -dokunulmaz/görülmez bir bölgede- olaylara tek tek şahitlik eder, kahramanları destekler-köstekler misiniz?
Bunu Sezgin Kaymaz kitaplarını okurken hep yaşayacağım sanırım. Mümkün değil, sadece ''okuyucu'' olarak kalamıyorum. Bahsedilen kokuları duyuyorum, tadları dilimde hissediyorum, sıcaksa terliyor, soğuksa üşüyorum...
Şimdiden hangi kitabını okuyacağımı düşünüyorum.
Sezgin Kaymaz'la henüz tanışmadıysanız benim gibi geç kalmayın; ben kendime bu kötülüğü yaptım, siz yapmayın :)

Arka Kapak Yazısı:
''Ankara Çayı, bağrına şefkatle basıp muhafaza ettiği sivrisinek larvalarını usul usul kabuğundan salıyor, evlâd-ı haşerattan dokunmuş vızıltı pikesini, ana avrat sövmüşmüş sövmemişmiş hiç aldırmadan civardan geçenlerin burun deliklerine, kulak memelerine doğru sallıyordu. Şımarık şımarık bahar müjdesi vereceğiz diye uçuşan kavak pamukları, terli enselere, çıplak alınlara yapışıp kaşındırarak milleti illet ediyordu. Börtü böcek antenini sallıyor, kıllı bacaklarını sıvazlıyordu. Danaburnu topraktaki tohuma, uçuç böceği yapraktaki bite, tırtıl yaprağa, solucan toprağa saldırıyor, peygamberdevesi alayına saldırıyordu. Çocuk yaşta beyaz bulutlar havai gökyüzünde uzun eşek oynuyor, kararsız tavırlarla kâh yavşayıp kıç kıça sokuluyor, kâh gâvur görmüş gibi kopup birbirlerinden uzaklaşıyorlardı.

Bahar gelmişti''

Kün, yani ‘Ol’... Neleri neleri olduran bir roman, Kün. Ölülerin daha da ölebildiği -ya da tam ölemediği-, cami imamıyla ateistin birbirini ‘aydınlatabildiği’, köpeklerin (hem de Konya ağzıyla!) konuşabildiği, el kadar oğlanın kendisine el kaldıranı haşat ettiği bir âleme kapı aralıyor. Şerefsizler şerefsizliğin gözüne vuruyorlar, ‘iyiler’ canını dişine takıyor, feleğin zarı hepyek de gelse bir bakıyorsunuz altı kapı alıyor.

Sezgin Kaymaz, kendine özgü üslûbu ve hâlesiyle, yine eğlenceli ve ürpertili bir hikâye anlatıyor. Anlattığı hikâyenin heyecanıyla anlatışın neşesi yine birbirini coşturuyor.

‘Sıradan’ denen insanların ‘sıradan’ denen hallerinin ve dillerinin usta yazarı, Angara’nın kıyısına, rengâhenk bir Konya dekoru kuruyor ayrıca - Eski Konya. Eski taşra yaşantısı… Sezgin Kaymaz’ın gizemine, mizahına, olay örgüsüne, anlatıcılığına tutulanlar kadar, ‘yerliliğine’ de tutulanlar yok mu? Kün, her zevke yetişiyor, her şeyi olduruyor!''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Kadınlar iki 'X', erkekler bir 'X' bir de 'Y' kromozomu taşırlar. Yirmi üç homolog çiftten oluşmak şartıyla.
Hâl bu ise, kadın milletinde kırk altı tane 'XX', erkek milletinde kırk altı tane mikroskobik 'XY' kromozomu var demektir. Sapına kadar erkek bir pala, 'Sapına kadar erkeğiz evelallah!' böbürünü bu mikroskobik kimyaya borçlu olduğunu bilmez. Daha da bilmediği, erkeği erkek yapan 'Y' kromozomunun erkek vücudunda bulunan 'erkek hücrelerindeki' toplam DNA sayısının taş çatlasa kırkta biri olduğudur. Yani 'Sapına kadar erkeğiz evelallah!' diye diye kaldırmış gezen bir fallus hayvanı, kendisinin bile kırkta biri kadar erkektir en fazla. Fecaat, değil mi?''

''Varlık, kadındır.
Dişidir yaratım süreci, erkek değil.
Tarlayı kaldır at, sabanı nerene sokacaksın bakalım.''

''Uçtu gitti Ayşegül...''
''Yaklaştığım mezarın elli derecelik bir açıyla yan yatmış başucu taşında böyle yazıyordu. Ruhuna Fatiha falan değil. Uçtu gitti Ayşegül...' Anneye babaya yakılamayacak kadar yanık bir feryat. Çok yanık. Bir evlâttı Ayşegül, belli. Hızlandım. 'O gitti, biz arkasından bakakaldık.' der gibi... 'Uçtu gitti Ayşegül...'

''Ölüm hâli, hayatta olma hâlinden farklı olarak ne olduğunu bilme haliydi. Öte taraf değildi ölüm tarafı, ara taraftı. Bu nedenle ölüler ve diriler kesin olarak ayrılmazdı birbirinden. Birinin bedeni toprağın üstünde olurdu, diğerininki altında. Ama ölünün ruhu, dirinin ruhundan yüz bin kere daha diri olurdu. Belki çok daha diri.
Ancak yine de çok farklı bir boyuttu ölüm. Farklı bir mekân, zamana ait olmayan bir zaman... Ölen insan, hayatı boyunca üstüne kapalı duran ağır kapağı yukarı kaldırır, nihayet kabuğundan çıkar, kâinata gören gözlerle ilk defa bakarak hakiki hürriyete çok yaklaşırdı.''

''Ölüm, 'Yaşıyorum' iddiasında olan kısacık dünya uykusundaki insanoğlunun bilmediği, bu tarafa geçmedikçe de bilemeyeceği upuzun bir yaşama şekliydi meselâ...''

''Aşık adam yılmaz, canını sakınmaz, üzülme, utanma nedir bilmez. Değirmen taşının altına girmiş gibi ezilip unufak olur da 'bunaldım' demez. Aşık, aklını çöpe atıp 'Aşk bana yeter' diyen adamdır. Tahammül kelimesi yoktur onun lûgatinde; tepeden tırnağa rızadır, kabuldür... Aşık budur kızım... Sen de bu musun? Başına bir sürü dert, illet gelecek bu saatten sonra ve sen tahammül etmeyecek, 'ne olacaksa o olur' deyip her geleni aşkın meyvesi gibi derecek, toplayacak, kucaklayacaksın... Son defa soruyorum; aşık mısın kızım?''

''Başkalarının baktığı yerden baktığında başka bir hayat göreceğini bilirdin; eyvallah. Misâl, dindarsan, hayatı sevap ve günahtan ibaret görürdün, obursan makarnadan, mantıdan, etli ekmekten. Ölsen başka bir şey göremezdin. İnsan olarak; hayatın boyunca sana 'DOĞRU' diyerek kaktırılan şeylerden ibarettin. Bu nedenle deliliğin de delilik olabileceğine pek inanasın gelmezdi. Normalin altı delilikti tıbba göre. Peki normalin üstü? O da delilikti tabii...''

''Bütün bir şehrin akıl trafiği sağdan akıp seninki soldan akıyorsa ''Bende bir yanlışlık var.'' dersin. Ancak Hüdai Ağa; ''Bu millette bir yanlışlık var. Hepsi ters şeritte gidiyor.'' diyebilen bir adamdı. İnadından, çokbilmişliğinden, küstahlığından değil; adamlığından.''

''Ne tuhaf! Düşünmenin para etmediğini de gene düşüne düşüne keşfediyordu insan. Düşünmemesi gerektiğini düşüne düşüne buluyordu. Şimdi oturup seyretme faslındaymış gibi geliyordu ona. Düşündüğünden daha fazla şey öğreniyordu sırf seyrederek çünkü.''

''İmkânsız imkânsızdır. Mucize ise mucize. İkisinin arasında dağlar kadar fark var.''

''Adalet var mıydı bu dünyada? Acaba Allah ara sıra dönüp 'Kullarım ne yapıyor bakalım?' diyor muydu? 'Onları attım oraya; ben olmazsam yollarını şaşırırlar. Bir çeki düzen vereyim.' falan?
Allah var mıydı?
Şüpheliydi, günahı boynuna. Vardıysa bile, bunlara öğretilen, şefkât eli her daim kullarının üzerinde bir Allah değildi o. Ne getirip adaleti kondurmuştu dünyanın göbeğine, ne de kullarının işine karışıyordu. Salmıştı zamanında kendi pisliklerinin içine, ölüp de yanına geleni hesaba çekiyordu.
Yaratmış, bırakmıştı.
Karışmıyordu.''

''Ah düşünmese, şu işten uzak tutabilse aklını... O zaman gönlüyle hareket edebilirdi. Gönlün; 'Şu olmasa daha iyi olur.' diye bir bilgiçliği yoktu.Mukayese aklın işiydi, gönlün değil. Gönül bir seferde verirdi hükmünü ve o hüküm gerçekten sana ait olurdu. Oysa aklın verdiği hükmün içinde, senden başka yüz bin kişiye ait yüz bin nas olmak zorundaydı.''


Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...