Boyalı Kuş / The Painted Bird


Yazar: Jerzy Kosiński
Çeviri: Aydın Emeç
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 1965 / Türkçe İlk Baskı: 1968
Yayınevi: E Yayınları

Kişisel yorum ve görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Zaman hafızama bi' perde indiriyor ve neyi/neden yaptığımı bana unutturuyor.
Yıllar önce okuduğumda ne hissettiysem aynısını hissediyorum bu kitap hakkında; iç karartıcı, bunaltıcı, sıkıcı ve abartılı...

Bazen, "edebiyat dünyası" denen dünyanın kendi içine sahte/yalancı/düzenbazları alıp onları "yazar" olarak adlandırdığını üstüne bi' de baş tacı edebildiğine inanıyorum.
Kanımca, Jerzy Kosinski bu grubun en önemli temsilcilerindendir ki, son zamanlarda ateşlenen "Jerzy Kosinski eserlerinin hepsi mi çalıntı? Hangi -ünlenemeyen- yazarın eserlerini para karşılığı alıp altına imzasını atmış? Amerikalı-inanılmaz zengin eşinin paracıklarıyla yeraltı dünyasının sapkın kulüplerinin en seçkin üyelerinden biri haline nasıl gelmiş? Neden çocukluk ve gençlik yıllarına dair yalan söylemiş ve kendine acıklı-akıl almaz-tamamen yalan bi' hayat hikayesi uydurmuş?" tartışmaları da bu düşüncelerimde haksız (veya yalnız) olmadığımı destekler nitelikte.

Kitabın kahramanı çocuğun yaşını ve eğitim durumunu gözönüne aldığımda ise yaptığı çıkarımların yaşından/boyundan büyük olduğunu görünce kurgu çöktü.
Neyse...

Arka Kapak Yazısı:
"İlk olarak 1965'te yayımlanan Boyalı Kuş, Jerzy Kosinski'yi edebiyat dünyasının aranan simalarından biri yaptı. O dönemde Los Angeles Times'ın "son on yılın en etkileyici romanlarından biri" saydığı eser otuzdan fazla dile çevrildi.
II. Dünya Savaşı sırasında ailesi tarafından güvenliği için uzak bir köye gönderilen bir çocuğun oradan oraya savruluşunun sinirleri hırpalayan hikayesi olan Boyalı Kuş, dehşetle vahşetin, masumiyetle sevginin yakınlığını irdeleyen bir şaheserdir.
Edebiyat tarihinin en önemli ve özgün yazarlarından Kosinski'nin ilk ve en ünlü eseridir."

Her zamanki gibi "Şimdi reklamlar!" kokan methiyeleri eledim, "Przepraszam bardzo, Kosinski Amca!"

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Yılanın deri değiştirişini, Marta ile birlikte büyük hayranlık içinde izlemiştik. İnsan ruhunun da tıpkı böyle aynı şekilde gövdeden kurtulup Tanrı'nın ayaklarına kadar uçtuğunu anlattı bana Marta. Bu uzun yolculuktan sonra Tanrı, ruhu verimli avuçlarına alarak nefesiyle diriltiyor; duruma göre ya melek yapıyor ya da cehennem ateşinde yanmaya gönderiyordu."

"Çevresinde her şey kül olurken acaba yaptığı büyüler ve sihirli duaları mıydı onu alevlere karşı koruyan?"

"Bana, "Kara Çocuk" derdi. Yuvasında büzülüp oturan köstebek gibi, benim içimde de kötü bir ruh olduğunu, bunu hiç fark etmeyebileceğimi ondan öğrendim. İblisin varlığının şaşmaz belirtisi, açık renkli parlak gözlerin içine, hiç kırpılmadan bakabilen büyülü gözlerdi."

"Köylüler, kulübelerinin kapısında, başlarını göğe kaldırıp Tanrı'yı aramaktaydılar. Korkunç acılarını O yumuşatabilirdi. İşkence çeken bu insan gövdelerine O deliksiz uyku ihsan edebilirdi. Hastalığın anlaşılmaz, çözülmez sırrını ancak O, sonsuz bir kurtuluşa çevirebilir, ölü çocuğunun ardından gözyaşı döken ananın acısını O dindirebilirdi; yalnız O. Ama Tanrı, erişilmez  bilgeliğiyle bekliyordu."

"Başım dönüyordu. Bir bitkiydim sanki. Bütün gücüyle güneşe uzanan, ama sapını bir türlü uzatamayıp toprakta tutsak kalan bir bitki. Ya da başım, bağımsız bir yaşayışa erişmişti. Gittikçe daha hızlı dönüyor, sonunda da, gökyüzünde, ona sıcaklığını veren güneşin parlak yuvarlaklığına rastlıyordu."

"Yer yer, ağaç gövdelerinde baltaların bıraktığı derin izler görülüyordu. Olga, köylülerin ağaçları böyle işaretleyip düşmanlarına büyü yaptıklarını söylerdi hep. Her vuruşta düşmanın adı tekrarlanır, yüzü göz önüne getirilir, böylece hastalık ve ölüm üzerine çekilirdi. Çevremdeki ağaçlarda pek çok balta izi vardı. Bu yörede yaşayan insanların düşmanı boldu anlaşılan. Onları yok etmek için de var güçleriyle çalışıyorlardı."

"Kör olunca hayat boyu gördüklerini de unutur muydu acaba insan? Düş bile göremezdi belki o zaman. Eğer kör kişi, belleğinin gözlerini de yitirmişse bu iş o kadar önemli sayılmazdı. Dünya her yerde birdi nasılsa."

"Yılın ilk leyleğini, havada görene uğur getirirmiş. Tersine ilk leyleği otururken gören bütün yılı mutsuzluk ve felaket içinde geçirirmiş. Günahkâr kişilerin yaşadığı, ya da içinde cinayet işlenmiş evlerin damına leylek konduğu görülmezmiş."

"Guguk kuşunun  bağırtısı da anlam doluydu. Yeni mevsimde onun sesini ilk duyan, cebindeki bütün bozuk paraları sallamalı, sonra oturup parasını saymalıydı. Bütün mevsim boyunca, hiç olmazsa aynı para elinde kalacaktı."

"Uzun uzun ve günlerce düşündükten sonra en güzel kuşlardan birini seçerdi. Kuşu bileğine bağladıktan sonra, bir sürü garip şeyi birbirine karıştırıp kokulu bir boya elde eder, değişik renklerde, kutu kutu hazırlardı bu boyadan. Sonra kuşun başını, kanatlarını, boynunu ebemkuşağı renkleriyle bezer, tüylerine bir demet yabani çiçeğin parlaklığını verirdi.
Sonra ormanın içine yürürdük birlikte. Epey ilerledikten sonra Lekh durur, kuşu bileğinden çözüp bana verir ve ayaklarından tutup sallamamı isterdi. Boyalı kuş söylenir durur, bağrışına gelen bir sürü kuş, tepemizde dönmeye başlardı. Onlara ulaşmak isteyen tutsak debelenir, bütün gücüyle öter, boyalı boynunun içinde kalbi delice atardı.
Tepemizde yeteri kadar kuş toplandığına inanırsa, Lekh bir işaretle tutsağı koyvermemi isterdi. Bulutların üstündeki küçük ebemkuşağı, mutlu ve özgür, yükselip kardeşlerinin gürültücü sürüsüne katılırdı. Diğerleri bir süre şaşkın bakarken benzerini görmedikleri kuş, boşu boşuna kendilerinden biri olduğuna onları inandırmaya çalışırdı. Parlak renklerin iyice şaşırttığı kuşlar onu kuşkuyla inceler, sonra birbiri ardından saldırıp boyalı tüylerini gagalayıp yolmaya koyulurlardı. Tüysüz ve kan içinde kalan zavallı kuş havada duramaz, düşerdi. Aynı sahne sık sık tekrarlanır, kurbanlarımızı hep ölü bulurduk."

"Ne yağmurun, ne rüzgârın, ne de ateşin işlenen suçların izlerini silemeyeceğine inanılırdı. Adalet, bir demircinin elindeki güçlü çekiç gibi asılıydı dünyamızın üstünde. Bir süre demircinin havada kalan kolu, beklenmedik bir anda, hem de büyük bir güçle örsün üzerine iniverirdi. Köylülerin deyimiyle güneş ışığında toz zerrecikleri bile görülürdü."

"Böylesine acımasız, sefil bir dünyanın hâkimi olmak neye yarardı?"

"Köylülere göre, Yahudilerin yakıldığı fırınlardan çıkan dumanlar gökyüzüne dimdik yükselip Tanı'nın ayakları altında yumuşacık bir halı oluyordu. Oğlunun ölümüne üzülen Tanrı'yı avutmak için, gerçekten bu kadar Yahudiyi urban etmek gerekli mi, diyordum kendi kendime. Belki yeryüzü  yakında kocaman bir yangın yeri olacaktı."

"Ebemkuşağının uzun, eğri, içi boş, esnek bir saza benzediğini öğrendim. Bir ucu ırmak ya da gölün içindeydi. Oradan çektiği suyu öbür ucuyla kuraklıktan kavrulan ovalara boşaltıyordu. Suyla birlikte Balıklar ve diğer deniz hayvanlarını da çekiyordu ebemkuşağı. Birbirinden çok uzaktaki denizler, göller ve akarsularda aynı cins balıkların bulunması bunu ispatlıyordu."

"Kötü ruhların nasıl iş gördüğünü merak ediyordum. İnsanların ruhu da tarla gibi olmalıydı. İblisler kötü tohumlarını getirip insan ruhuna ekliyorlardı sanırım. Bu tohumlar yeşerip gelişince bencil amaçlarla üstelik başkalarının zararına kullanılmak üzere, artık iblislerin yardımı olmadan dağılıyordu. İnsan şeytanla anlaşma imzalayınca da, çevresine elinden geldiğince kötülük, dert, sefalet saçmalıydı."

"Çok seviyordum kitapları. Çevremizdeki dünya kadar gerçek; neredeyse ondan daha zengin bir evren fışkırıyordu sayfaların arasından. Hayat boyu, tanımadan yanından geçtiğimiz kişilerin düşünceleriyle isteklerini öğrenebiliyorduk kitaplardan."

"Dünya düzeninin Tanrı'yla ilgisi bulunmadığını, Tanrı'nın dünyada yapacak şey olmadığını Gavrila'dan öğrendim. Bunun nedeni de çok açıktı; Tanrı yoktu. Boş şeylere inanan aptal kişileri aldatmak için papazlar tarafından uydurulmuştu. Ne Tanrı var, ne de oğluyla Ruhul Kudüs. Ne hayalet vardı, ne hortlak, ne mezarlarından fırlayan vampirler; ne de günahkârların peşinde dolaşan kadın yüzlü ölüm. Bütün bunlar, dünya düzenini anlamayan, kendi güçlerine inanmayan, kör inançlara saplanan cahilleri uyutmak için uydurulmuş masallardı.
 Gerçek olan, insanın kendi yolunu eliyle çizdiği ve geleceğinin tek hakimi olduğuydu. Herkes aynı ölçüde önemliydi. Her şeyden önce de eyleminin yönünü ve amacını bilmeliydi insan. Eyleminin yalnız kendini bağladığına inanan, büyük yanlışlığa düşerdi. Biraraya gelen eylemler, yavaş yavaş toplumu kurarlardı"

Karar sizin...

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

1 yorum:

  1. Alıntı kısımlar çok ilgi çekici. Kitabı listeme ekledim.

    YanıtlaSil

Buraya yazmaya niyetlendiğin her şeyi aleyhinde delil olarak kullanabileceğimi bilmeni isterim...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...