Kurtlar


Yazar: Peride Celal
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 1990 /4. Baskı 2013
Yayınevi: Can Yayınları

Kişisel görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Peride Celal ile tanışma kitabım oldu, Kurtlar. Yazarın diğer kitaplarını da okumayı istiyorum.
Kitaplığımda, "beni çok etkileyen kitaplar"ımın arasındaki yerini almış durumda. Bu kadar etkilenmemin çok kişisel bi' sebebi var: Son sayfasına dek, bana çok benzeyen birinin kendisiyle hesaplaşmasını okuyormuşum hissini yaşattı ve korkarım bundan hiç hoşlanmadım!
Kendimle hiç bitiremediğim hesaplaşmamın, ilerleyen yaşlarımda hâlâ sürüyor olması durumunda çok daha ağır, çok daha yıkıcı hale geleceğini görmek sarstı beni.
Biz okurların "tuğla" olarak tabir ettiği; el yoran, çanta sapı koparan, kol kası yaptıran kitapları seviyorsanız bu romanı  kaçırmamanız gerekiyor :)
702 sayfalık kitapta çok sayıda anlatım ve yazım hatası yakalamam biraz canımı sıktı açıkçası... Benim gibi alelâde bi' okuyucunun bile gözünden kaçmadıysa, kitabın editörünün bu hataları nasıl gözden kaçırmış olabileceğini anlayamadım.

Arka Kapak Yazısı:
"Peride Celale göre her yazar "yapıtlarında hiçbir yerde görünmeyen ama her yerde olan kişidir"; özyaşamla kurmacayı karıştırdığı Kurtlar'da, hayatı boyunca tanıdığı kişileri ve düşündüğü pek çok fikri bir araya getirdiğini söyler. Peride Celal'in en olgun romanı olan Kurtlar, bir kadın yazar olan anlatıcının yirmi dört saatlik yaşam kesitini, çetin geçen bir hesaplaşmayla gözler önüne serer.
Aldanıyor Nilüfer. Yalnız değilim ben. Bir yazarın yalnızlığı kalabalığın içinde başlat, masa başında biter. Çünkü masa başında bir kişi değil, bin kişi ile çevrilidir. Düşünceleri ve her biri biraz da kendisi olan çeşitli kişilerle. Orada, kalabalık kendisindedir artık. Nilüfer, "Bu kez tuzağa düştün," diyor. "Geçmişi böylesine yoğunlaştırarak düşünmek, seni yok edecek sonunda. Daldığın karanlığın içinde boğulacaksın." Haklı. Anıları belirsizleştiren, saptıran karanlıkta; geçmiş zamanın içinden uzanan sevdiklerin, sevmediklerin örümcek kolları ile sarıyorlar seni. Kıstırıldın köşeye. Satırların arasında tutamıyorum kızı. Ben onu götüreceğime o beni sürüklüyor istemediğim yanlara. Evet, yazmalıyım. Yazmak istemiyorum... Makinenin başına geçip... Gözlerini açıyorsun içini çekerek. Neden, diye soruyorsun kendi kendine. Divandan yere kayan örtüleri çekiyorsun üzerine. Evet, neden? Kendinden korktuğn için mi? Kurtlardan mı yoksa?"

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Durmalı bir yerde o kız. Yol sapağına geldiğine göre! Karar vermeli ne yanı, neyi seçeceğine... Yaşamak istiyorsa... Mutlu olmak istiyorsa..."

Sesi kulaklarında: "Sen bir ruh hastasısın kızım, kendini alçaltmaktan hoşlanan!"

Nilüfer'in sözleri geliyor aklına: "Sen yazmaktan çok, yazmayı düşünen birisin. Makinenin önüne oturmamak için direnir durur, tembelliğini şunun bunun sırtına yüklersin, sonra da..."
Küçük Hoca araya girmişti hemen:
"İyi bir şeyler yazmak istiyor. O 'bir şey'i yazmak için birçok sanatçının çektiği acıyı çekiyor. Yaşamı boyunca da çekecek. Suçu kimseye yüklemeye gerek yok."

"Sorun şu," diyor, "kocayan kılıfın içinde saklı tutmaya çabaladığın gizli gençliğimin tükenip bitmesi birdenbire ya da kurtuluşu olmayan ölümcül bir hastalık, kanser gibi örneğin..."
Ona söylemedin, kocayan kılıfının içinde gençliğini sıkı sıkı tuttuğunu ve tıpkı onun gibi ölümden korktuğunu.
Yatağın içinde oradan oraya dönüyorsun. Yalnızım, korkuyorum! Yaşamaktan kork, ölümden kork, yaşlanmaktan kork, sevmekten kork! Gençliğinden beri süregelen korkular. Korkmaktan yaşamaya zaman mı kaldı!
"Sen akıllı bir delisin!"

"Beni düşünmemek için öbürlerini düşünüyorsun!" diyor, "Kalabalığın içinde kaybetmeye çabala istediğin kadar, sen beni arıyorsun, başkalarını değil!"

"Nazizm, Antiquite'den beri uygar dünyanın başına gelen, temelinden sarsan en büyük trajedi. İnsanı insana düşman etmek, ne korkunç şey!"
"Şimdilerde, milliyetçi maskesi altında, dini araç ederek insanları birbirine düşürme çabaları, aynı şey değil mi?" diyor, bir başkası."

"Bizde eleştirmenler, yapıtı değil, yazarı eleştirirler çoğunlukla, daha kolay olduğu için," diyor Nilüfer, "geri kalmışlığımızın bir başka yanı belki de..."

"Yazamıyorsun artık. Sorun bu. Bir sürü yarıda kalmış roman, öykü özetleri, notlar. Düşünceler, uçup giden ve zaman kalmadı!"

"Onu tanıdın mı gerçekten? Evet, diyemiyorsun. İnsanların hiçbir zaman birbirlerini tanımadıklarını, tanımayacaklarını düşünüyorsun yalnızca."

"Ödünler, çelişkiler yaratır. Sırasında yüceltir, sırasında yerle bir eder insanı!"

"Bütün evli kadınların, kocalarını sevsinler sevmesinler, tutsak olduklarını, onunla evlendiğinin haftasında anlamıştın."

"Yazıyorsun, durmadan yazıyorsun! Her şey kafanın içinde olup bitiyor. Kâğıda düştüğünde ufalanıp bozuluyor düşünceler. Satırlar birbirine giriyor ve Mine Kaçıp gidiyor ellerinden."

"Her şey senin gördüğün gibi değil. Yaşam denen kısacık oyunun içinde önemsiz rollerimiz oldu, hepsi bu!"
"Büyük gerçekler, giderayak kapı önünde söylenenlerdir," diyor bir Fransız yazar. Senin kapı önünde söylemek istediğin ne?

"İçini çekiyorsun derin derin: Sevmekten güzel ne olabilir? İnanmak ve inanarak sevişmekten başka! İstvan'a inanmıştın. Seni seven gerçekten... Budala gençliğim benim! Yurt sevgisiymiş! Al işte kurtlarla dolu, yabancılaşmış, yozlaşmış yurdunu, başına çal! Burada hiçbir çiçek açmayacak artık. Burada insanlar hiçbir zaman sevmeyecekler birbirlerini. Büyük kentlerin beton yapıları içinde, her biri tuğlalarla ördükleri kafalarından ışık sızdırmadan, saklanarak, karanlık köşelerde birbirlerine saldırarak, hırlayarak yaşayacaklar. Yaşayabilirlerse..."

"Belki de haklı. Hacıların hocaların cirit attığı, her şeyin kadere, Tanrı'ya bırakıldığı çılgın kargaşanın ortasında sınıfları dolduran o çocukları sanat yolu ile oyalamaya değer mi? "Değer..." diyor Küçük Hoca. "Işığı söndürmemek, önemli olan bu."

"İşte yalnızsın! Gerçeği görüyorsun: Duygusallığını kaybettin. Kemikleştin. İstvan, "Seni kendimi sevdiğim kadar seviyorum," dediğinde kızmıştın ona. Neden kendisinden çok değil, diye. Sevilmedim, anlaşılmadım hiçbir zaman!.. Dünyayı, insanları anlamayan, sevmesini bilmeyen sendin!"

"Kafanda bütün gürültüler duruyor bıçakla kesilmişçesine. İşte önemli olan bu an! Unutuyorsun öleni, Nilüfer'i, acıları, geçmişi, ölümünü unutuyorsun! Bir başka dünya açılıyor önünde, girilmeyen kapılardan giriyorsun, kendini değil, bir kişiyi, bin kişiyi yaşamak, yaşatmak tutkusu, büyüyüp ateşleniyor içinde."

"Bu kurtlar en çok kitaplara, kitap yazanlara, okuyanlara düşman. Neden? Kendileri ulumaktan başka bir şey bilmedikleri için mi?"

"Yaşam bu! Üzerine uyduramazsın her zaman giysi gibi. Böyle birdenbire partallaşır, sarkmaya başlar her yanından."

"Bütün yaşamın yalnızlık içinde geçti. Bundan kurtulmasının zamanı geldi, diye düşünüyordum. Anlıyorum, sen kendinle yaşayacaksın sonuna kadar. Kim bilir, yalnızlık, yazarlığın için gereklidir belki de."

"Düşler gerçekte olduğundan çok daha coşkulu ve güzel. Umutlar, beklentiler ele geçtiğinde, bir süre sonra tadı kalmaz. Oysa düşler, hayal gücüne bağlı. İstediğin kadar sürdürebilirsin."

"Romanı romanını yazmak! Kimse bilmiyor gerçekte bunu düşlediğini."

"Küçük Hoca, "İki çeşit romancı var," diyor. "Biri, tarihsel olayları, sosyal, siyasal konuları okuyucuya iletmeyi başaran, istediği yola süren, zorlayan; örneğin, Gorki gibi. Sonra evrenseller: Tolstoy, Stendhal, Balzac, Proust örneğin. Bir de yalnızca insanları, onların küçük, yalın yaşamları altında sakladıkları karmaşık duyguları açıklamaya çalışan, yanlış bir dünyada insan olmanın mutlu ya da mutsuzluğunu irdelemeye çabalayanlar. Örneğin bir Çehov, Duras, bir Mansfield, bir Albert Cohen."

"Kimileri, başkalarını aşağılayarak kendilerini yücelttiklerini sanırlar," diyor. "Aldırmayın böylelerinin eleştirilerine. Yazmayı sürdürün, rica ederim, vazgeçmeyin..."

"Yarım kalmış yazılar, yeteneksizliğimizin ölü çocuklarıdır çekmecelerde sürünen.  Yarattığın kişilerin kaderlerini taşımak omuzlarında, onları götürememek gidecekleri yere..."

"Aklını sevmiştim en çok onun! Akıl yok olduğunda, tıkanıp açılan musluktan fırlayan pislikler gibi, onda nefret ettiğin ne varsa yüze çıkıvermişti. Aklıyla seni tutsak etmiş olduğunu, kösnül isteklerini doyurmak için yatağında istediğini, verdiklerini kurnazca geri alan cimri biri olduğunu düşünmeye başladın. Yazarlığın umurunda değildi. Bütün o kitaplar, seni eğitmek için çabalar, savurduğu büyük düşünür adları hepsi, seni bilgiçliği ile ezmek, üstünlüğünü kanıtlamak içindi. Anlamalıydın. Erkeklerin kendilerine göre sevme biçimi vardı: sahip olmak! Onun da öbürlerinden, başka erkeklerden farkı yoktu."

"Yüreğinin derinlerine inmek, kötülükleri arayarak... Başkalarını anlatıp incelemek, yargılamak kolay. Güç olan yüzünü ışığa dönerek kendini yargılamak, açık ve korkusuz."

"Kimi zaman," diyor, "düşman alır elimizden özgürlüğü, kimi zaman içimizden çıkar özgürlük düşmanları."

"Konfüçyüs dört şeyden nefret edermiş," diyor Mine ve peş peşe sıralıyor: "Temeli olmayan düşünceler, kesin yargılar, boş inatlaşmalar ve bencillik."

"Televizyonun karşısına geçer, yanına oturmanı ister, "Bak," derdi, "Atatürk'ün resmi altında tespih çeken, esneyen, sırıtan şu kalabalığa bak! Bunlar mı memleketi yönetecek, ileriye götürecek? Ne sanatçı ne bilim adamı, hiçbir şey çıkmaz bu toplumdan, inan bana. Bir küçük kesim, aydın ve bilinçli. Saysan birkaç bini geçmez. Kusurları da Atatürkçü olmaları. Anlıyor musun?"

"Gecenin ilerlemiş saatlerinde içki içmek, müzik dinlemek, yazmak, okumak hoşuna gidiyor. Herkes uyurken onların rüyalarından bir şeyler çalıyorsun sanki. Yaşamın uzuyor, ölüm korkusu geriliyor."

"İşte, akıllı kadın!" diyor Nilüfer. "kaybettiğimiz sevgilere yeniden ulaşmak, gençliğimize yeniden kavuşmak gibi olanaksız."

"Yıllardır ayn sözleri söylemekten bıkmadılar. Ağızlarında kelimeler eskidi, anlamları kayboldu, farkında değiller."

"Türk toplumu elli milyona yaklaştı. Bunun en aşağı otuz milyonu köylerde, kasabalarda. Kentli ile kasabalı ve köylünün sorunları birbirinden ayrı. Koşulları başka. Gel de böyle bir toplumu demokrasi kuralları içinde uzlaştır bakalım."

"Nasıl kitap basılsın, satılsın istiyorsunuz bu ülkede?" diyor Yazar. "Şairlerin, yazarların kapıları önünde kurtlar uluyor, düşünceye kurşun sıkıyorlar."

"Şimdi korkuyu işliyorlar ustaca. Ayaklarımızın altında çukurlar kazıyorlar. Düşüp yuvarlandığımızda Tanrı'ya yalvarıp yakarmamızı bekliyorlar. Secdeye kapanıp uyuklayan bir toplum. Yaratmak istedikleri bu!"

"Yaşam yalandan başka nedir ki. Yalanı gerçeğe, gerçeği yalana dönüştürmek yazarların işi değil mi?"

"Küçük Hoca, "Daha başlangıçta önümüze açılmış bir tuzaktır yaşam," diyor, "haberimiz olmadan içine düştüğümüz... Oldubittiye getirildik. 'İşte dünya!' dediler önce, arkasından 'İşte ölüm!' dediler."


Sahibinin sesi - Sittirella marka

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Buraya yazmaya niyetlendiğin her şeyi aleyhinde delil olarak kullanabileceğimi bilmeni isterim...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...